27 Mayıs 2014 Salı

Körili Tavuk Mantar Sote Soslu İtalyan Usulü Spagetti

Günaydınlar hayırlı sabahlar blog ahalisi, umarım haftanız güzelliklerle başlamış ve o şekilde de devam ediyordur :)

Bugün ilk defa bir yemek postu paylaşmak istiyorum. Aslında tereddüt ettim paylaşsam mı paylaşmasam mı diye ama, "Ne farkeder ki, nasılsa blogum benim özgür yazı alanım" dedim ve yazmaya karar verdim. Belki denemek isteyenler olur hem :)

Evimin yakınlarında büyük bir pazar kuruluyor cumartesi günleri. Kıyafetten tutun da yiyeceğe kadar herşey oldukça çeşitli. Hava da güzel olunca, hem yürüyüş olur hem değişiklik diyerek pazara doğru yol aldım. 

Pazarın ruhunu seviyorum aslında alışverişi bereketli de oluyor ancak oradaki kalabalık benim iflahımı kesiyor arkadaş, hele de pazar arabalı aheste yürüyen teyzeler yok mu... Tamam, onlara da hak veriyorum ama pazarda özel bir şerit yapılsa, bu arabalılar sadece oradan geçse, biz yayaların yol akışına engel olmasalar, fena mı olur :)

Ne anlatıcaktım ne anlatıyorum Ya Rabbi, çenem düştü yine :)  Neyse sadete geçiyorum yavaştan :) Pazardan alınmış taze mantarlar evde duruyorken, hazır tazeliğini de koruyorken onlarla güzel bir spesiyal yemek yapayım istedim. Soslu bir spagettide de karar kıldım ve gün boyunca da kendimi mutfakta bu yemeği pişiriyor olmanın hayaliyle yaşadım.

Henüz bir Erasmuslu olduğum zamanlar, gideceğim ülkeleri araştırırken mutlaka mutfak kültürlerini de araştırır, kendilerine has yemeklerini öğrenir, gittiğimde de denerdim. Spagetti ve pizza İtalyan mutfağına ait yemekler bunu bilmeyenimiz yok. İtalya'da kaldığım 4 gün boyunca da bilumum makarna ve pizza çeşitlerini de denemiş oldum. Özellikle makarna sosları ve peynirleri harikadır. 

Spagettiyi orada nasıl yemiştim hatırlamıyorum sanırım domates ve fesleğen sosluydu. Sonrasında kendim de araştırmaya başladım. Bir italyan gibi makarna pişirmek için baya denemeler yaptım, özellikle soslar konusunda oldukça iyi bir noktaya geldim sanırım :)

Tarifi en sona saklamakla beraber sizlerle pazı püf noktalar paylaşmak istiyorum. Bu püf noktaları aklınızın bir kenarına not ederseniz, makarnayı tembel yemeği olarak gören herkesten intikamınızı alabilirsiniz :)
Öncelikle makarnayı haşladığımız sudan başlayalım. Makarnayı haşlayacağımız suyun sadece ısınmış olması yeterli değil. Su fokur fokur kaynıyor olacak. Haşlama esnasında kaynama suyuna asla zeytinyağı koyulmaz. Haşlanma esnasında koyulan bilumum sıvıyağlar makarnanın hamurlaşmasına neden olur. 

İtalyanların makarnanın pişme süresini ifade eden bir tabirleri var. Aşırı pişmemiş, hamurlaşmamış, dişe gelen makarnaya "al dante" diyorlar. Eğer makarna yerine hamur yemek istemiyorsanız, pakette yazan süreye uymalı, al dante için ise 2 dk önce çıkarmalısınız haşladığınız makarnaları. 

Haşladığınız makarnanızı asla soğuk sudan geçirmeyin. Bu da en bilindik yanlışlardan biri. Haşlama işleminin akabinde, önceden hazırlamış olduğunuz sosu hemen içine atıp karıştırmalısınız. Ya da üzerine servis etmelisiniz. Tercihi size kalmış.

İtalyanlar makarnayı servis edecekleri tabakları 1 dakika önce ya kaynar suya tutar ya da mikrodalga fırına koyarak ısıtırlarmış. Bu da ayrı bir nüans.

Velhasılı, makarna deyip geçmemek lazım. Gerçekten diğer yemeklerin hakettiği itinayı hakediyor. Ve emin olun, güzel bir sosla beraber iyi pişmiş bir makarna sizi arkadaşlarınızın, ailenizin ya da eşinizin gözünde harikulade bir aşçı yapabilir :)

Gelelim benim tarifime:

Minicik küpler şeklinde doğranmış minicik bir soğan akabinde kırmızı ve yeşil sivri biberler kızgın zeytinyağında kavrulur. Üzerine domates sosu eklenir. Soğan, kırmızı ve yeşil biberler domates sosuyla kavrulurken  (Adını tam hatırlayamıyorum, sanırım pomodoro denilen özel bir sos kullanıyorlar İtalyanlar. Büyük marketlerde bu  domates sosu bulunuyormuş mamafih ben peşine düşmedim. Onun yerine tamek marka domates püresi kullanıyorum.) üzerine kuşbaşı doğranmış tavuk göğsü ve mantar eklenerek sotelenip, tuzu da eklenerek pişmeye bırakılır.


Bu aşamada acele edip hemen su eklememek gerekiyor. Mantarın kendi suyunu salması beklenerek, durumuna göre bir çay bardağından daha az olacak şekilde su ekleyebilirsiniz. Bütün işlemler tamamlandıktan sonra kısık ateşte sosumuz pişerken içine doğranmış bir büyük diş sarımsak ve bir tatlı kaşığı köriyi de eklediyseniz, tamamdır. 

Geriye sabırla pişmesini beklemek kalıyor :)





Deneyen herkese şimdiden afiyet olsun :)

Aşkla kalın!



24 Mayıs 2014 Cumartesi

İstanbul Çıkartmalarım - 4 - Topkapı Sarayı

Vatanımız Türkiye toprakları tam anlamıyla bir "medeniyet beşiği". Her bir şehrimizin kendine has özelliği ve muazzam bir tarihi var. Ama içlerinde bir tanesi var ki tarih boyunca uğruna nice savaşlar yapılmış: İstanbul.

Bilirsiniz, Yüce Nebi, Hz. Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz'in İstanbul'un fethini müjdeleyen bir Hadis-i Şerif'i vardır. Şöyle buyuruyor Peygamberimiz: (mealen) "İstanbul mutlaka fethedilecektir. O'nu fetheden komutan ne ulu komutandır, O'nu fetheden asker ne güzel askerdir."

İstanbul'un biz müslümanların yurdu olması başlı başına bir mucize ve ilahi bir lütuf. Böylesi güzel bir şehri hakeden bir ceddimiz vardı ama kendimiz için aynı şeyi söyleyemeyeceğim maalesef. Birçok konuda olduğumuz kadar kendi tarihimizi korumak konusunda da oldukça nankör ve aciziz.

Belki bu cümlemi fazlaca ağır bulacaksınız ve bana sitem edeceksiniz. Ama emin olun, İstanbul bir başka Avrupa ulusunun şehri olsa, zerresine zarar gelmesin diye gözlerinden sakınarak korurlar. Zira altı ayrı ülke ve onlarca şehir gezmiş bir insanı olmama rağmen, onca ülke arasında İstanbul kadar güzelini henüz görmedim. İstanbul'un tırnağı etmeyecek nice şehirler var -ki görseniz nasıl korunduğunu-  oturup kendiniz isyan edersiniz.

İşin aslı, İstanbul'u mesken edinenlerden ziyade dışarıdan gelenler daha iyi biliyor. Yıllardır İstanbul'da oturmasına rağmen etrafındaki mekanları, tarihi yerleri ve saymakla bitirilemeyecek nice güzellikleri henüz görmemiş olanlar var. Mesela bir arkadaşım -doğma büyüme İstanbul'luydu kendisi- henüz Topkapı Sarayı'nı görmediğini söylemişti. Ne acı!

Ben ki üniversiteyi bu şehirde okuyabilmek için gecesini gündüzüne katmış bir lise öğrencisiydim. Sonsuz kere hamdolsun ki Rabbim bana dilediğimi en hayırlı bir şekilde nasip etti. Üniversiteye hazırlanırken çekmiş olduğum sıkıntılar, yerini İstanbul'da olmanın verdiği mutluluğa bıraktı. Klasik bir yay burcu olmamdan mütevellit, henüz birinci sınıftayken İstanbul'un yarısından fazlasını gezmiştim zira. 

2007den beri İstanbul'da yaşıyorum. Üniversite'yi bitirdikten sonra bile dönemedim memleketime. İstanbul'un havasını soluyan, suyunu tadan bir daha dönemiyor sanırım. Tabii bu işler biraz da nasip. Benim henüz yiyecek ekmeğim varmış demek ki. Allah nasibimizdeki rızkı bağlayana kadar buradayız biiznillah.

Tesettürlü bayanlar beni iyi anlarlar. Havaların 25 derecenin üstüne çıkmaya başladığı aylar zorlar biz hanımları. Muhakkak ki ahiretteki nimeti, bu dünyadaki külfetinden aladır ancak çok zaruri olmadıkça dışarı çıkmak, çıkdıysak da saatlerce gezmek istemeyiz. Ancak yerini yaz aylarına bırakmaya hazırlanan Nisan ve Mayıs ayları gezmek için en ideal zaman dilimi. Hava küfür küfür, güneş göz kırpıyor, ağaçlar yemyeşil, kuşlar cıvıldaşıyor... Ehh madem boş zamanınız da varsa, alın sevdiklerinizi yanınıza, gidin ve henüz görmediğiniz yerleri dünya gözüyle bir görün. Malum hayat çok kısa, müslümanca yaşamak ve tadını çıkarmak lazım :)

Henüz gitmemiş olanlarınız yahut evvel zaman içinde gitmiş ancak hatıraları tozlanmış olanlarınız için bir gezi günlüğü daha yayınlıyorum. Tarihi Yarımada cıvıl cıvıl şu aralar, hazır turistler istila etmeden güzide İstanbul'umuzu, gezi planlarınızı yapın ve bir an önce gezmeye başlayın derim :)

Çekmiş olduğum resimler bilhassa Topkapı Sarayı'nın çevresinden. Malum, içinde fotoğraf çekmek yasak. Etrafındaki peyzaj düzenlemeleri o kadar hoş ki, çiçek böcek fotoğraflamaktan kendimi alamadım resmen :)























22 Mayıs 2014 Perşembe

Eskimeyen Müzikler... Eskimeyen Sanatçılar...


 

Selamlar, sevgiler herkese!

Umarım selamet içerisinde ve afiyettesinizdir.

Niteliği bakımından farklı bir postla karşınızdayım sevgili dostlar :)

Sevdiğimiz bir sanatçının ya da ünlü herhangi birinin hayatını birçoğumuz merak ederiz. Bazılarımız için bu merak duygusu başladığı yerde bitiverir. Bazılarımız içinse engel olunamayan amansız bir araştırma dürtüsüyle sürdürür kendisini. İşte ben, bu ikinci kategoride yer alanlardanım.

Müzik zevkim oldukça evrensel. Rock, Metal ve Rap Müzik dışındaki tüm müzik türlerini hangi ulusa ait olursa olsun zevkle dinlerim. Kaliteli müziklere sahip çıkarım ve arşivimde yıllar boyu saklarım. 

Fransızların kendisine muhabbet taşıyor olmasam da dillerine, özellikle şarkılarına hayranım. Resmen aşk ve romantizm damlıyor şarkılarından. Özellikle yalnız kalmaya ve azıcık hüzünlenmeye ihtiyaç duyduğumda fona yakışan en iyi müzik Fransız müziğidir. Bu yüzden Fransız müziği, arşivimde içerdiği sanatçı sayısı bakımından en büyük yeri kaplayanlar arasında.

Birkaç ay önce, -biraz da melankolik olduğum bir zaman olmalı ki- bu Fransız müziklerini almışım playlistime. Fransızca şarkılar, Fransızca bilmeyenlere bile bariz belli duygular hissettiriyor olsa da Edith Piaf'ı dinlerken hissettiğim tek şey damıtılmış bir hüzündü. Fransızcam olmamasına rağmen sanki ne anlattığını anlıyormuşçasına hüzünleniyordum. 

Hayatını araştırınca bir yığın talihsizlik, acı ve hüzünle karşılaştım. Bir de hayatını anlatan bir film buldum ve oturdum bir çırpıda izledim.

Bu filmi izledikten sonra amacım sadece bu filme yönelik bir post hazırlamak olsa da kapsamını biraz daha genişletip, her müzik severin tanıması ve dinlemesi gereken gelmiş geçmiş en iyi Fransız sanatçıların yer aldığı bir post hazırlamaya karar verdim.

Bu yüzden liste başına Edith Piaf'ı koyuyor ve en sevdiğim şarkılarıyla sizleri başbaşa bırakıyorum. Cennet kaçkını sesiyle Fransızların "Kaldırım Serçesi" olarak bilinen "La Môme Piaf" ın hüzünlü ve bol kederli hayatı ile ilgili detaylı post, bir başka sefere yayınlanacak inşallah. 






"Saving Private Ryan" filminin unutulmaz sahnelerinden birinde yer alan bir Edith Piaf şarkısı.





Charles Aznavour

 1924 yılında doğan ve asıl adı  "Şahnur Varinag Aznavuryan"   olan Ermeni asıllı Fransız şarkıcı Charles Aznavour'un, annesi Türkiye Ermenilerinden, babası ise Gürcü Ermenilerindendir. "Ermeni Soykırımı" adı altında dünyaya lanse edilen hadisenin gerçekleştiği yıllarda Türkiye'de yaşayan ailesi Fransa'ya göç etmişlerdir. Gerek sanat camiası gerekse politik camiada en sık anılan sanatçılardan biri olan Charles Aznavour'un adı, özellikle Türk Ermeni meseleleriyle ilgili söyledikleri yüzünden "Türk Düşmanı" olarak anılıyor.

Altı dilde (Fransızca, İngilizce İtalyanca, İspanyolca, Almanca ve Rusça) şarkı söyleyebilen, dünyaya kendisini tanıtabilmeyi başarmış bir sanatçı Aznavour. Özellikle aşk şarkılarıyla bilinen ünlü sanatçının altmışa yakın sinema filminde rol aldığını ve kendi otobiyografisinin yer aldığı bir kitabı kaleme aldığını da eklemek gerek.

Etnik kimliği ve siyasi görüşü ne olursa olsun yaptığı müziği sevdiğim seslendirdiği şarkıları hayranlıkla dinlediğim şarkıcılardan biridir kendisi. 

  Bugün kendisinin 90.cı yaş günü ayrıca. Tüm şarkılarının kendine has güzellikleri vardır ama benim favorilerim "La Boheme" ve "Hier Encore".

Sanatçı hakkında daha fazla habere ulaşmak için buraya, buraya ve buraya.








Jacques Brel

Aslen Belçikalı olan Jacques Brel, Fransız olmadığı halde tüm zamanların Fransızca müzik yapan en iyi sanatçısı olarak bilinir. Kelimeleri kullanışındaki incelik ve zekasıyla kaleme aldığı sayısız güzel şarkının söz yazarı ve bestecisidir. Şarkılarındaki duyguyu dinleyene yansıtabilme özelliği dolayısıyla gerçek bir efsanedir kendisi.

Aşağıda "Ne me quitte pas" şarkısını ağlayarak söylediğini bilmem farkediyor musunuz? Resmen yalnızlık damlıyor adamın sesinden.

12 Mayıs 2014 Pazartesi

Bir Gezi Günlüğü - İhlas Armutlu


 Selamlar, sevgiler herkese!

Sözümü tuttum ve tatil sonrası tekrar bloğumun başına geçtim. Ne dersiniz, bir aferini hakettim mi? :)


İnstagram alemi beni de etki alanına aldı. Her ne kadar oradan resim paylaşımı yapmak kolay olsa da, blogda yazmanın tadı bir başka. Çünkü blog emek gerektiriyor ve ben gözüm gibi baktığım, büyüttüğüm bloğumu instagram uğruna harcayanlardan olmayacağım Allah'ın izniyle... 


Haftasonu için ufak bir tatil programım vardı. Her ne kadar yağışlı olsa da hava, tatilin kendisi beleş olunca üç günün de hakkını vermeye çalıştım :)


Deniz ve yeşilin birleştiği yerde yağmur da olunca manzara daha bir harika oluyormuş. Özellikle, somun gibi kabaran toprağın kokusu ve cıvıldayan kuşların sesi yorgunluğun emaresini bırakmıyor... Curcunalı ve kalabalık yerlerdense, doğayla iç içe olabileceğim sakin ve huzurlu yerlerde tatil yapmak çok daha mantıklıymış bunu anladım. Muhafazakar kitlenin tercih etmesinden mütevellit bayanları cıbıldak görmemiş olmam da cabası :)

İşte perfektifime yansıyanlar:

İlk sırada görmüş olduğunuz resim kaldığım daireden görebildiğim manzaraya ait. Yağmur yağarken bu ormandan yayılan muazzam kokuyu duymak harikuladeydi.


Diğer resimler de gün içinde çekilen fotoğraflar. Daha büyük halleriyle görmek için üzerlerine tıklamanız yeterli.




6 Mayıs 2014 Salı

Bir Hikaye: İnce Ve Uzun


Günaydınlar, hayırlı sabahlar sevgili blog ahalisi :)
Biraz fazlaca ara verdim yazmaya. Ama bilmenizi isterim ki aklım hep burada. Tam niyetine giriyorum yeni bir yazının, hoopp birşeyler giriyor araya. Bir türlü tamamlamak nasip olmuyor.
Neyse ki bu sefer şeytanın bacağını kırdım hamdolsun :)
Sizlerle severek okuduğum bir hikayeyi paylaşmak istiyorum. Hikayenin yazarı kendisini sempatiyle takip ettiğim ve yaptığı müzikleri severek dinlediğim şarkıcı Nil Karaibrahimgil'e ait. 
Buyrun, sizi Sevgili Nil'in güzel hikayesiyle başbaşa bırakıyorum :)
 *
 Bir varmış, bir tane daha varmış.

Biri olmadan, öbürü olmazmış. Bu böylece yazılsınmış. Bir Rus köyü’nde iki balık yaşarmış. Biri turuncu ve İri. Öbürü korkak ve İnce. Bütün çiftler de böyledir biraz düşününce.



İri sormuş bir gün. ‘Madem bütün bu denizler birbirine bağlı, niye biz seninle sadece bu kıyıdan ötekine yüzüp duruyoruz? Kendimizi bir akıntıya bıraksak, yeni sularda yüzsek, başka balıklar yesek daha mutlu olmaz mıydık?’ Hak verdi İnce. İnceliğinden sırf. Çünkü onun mutluluğu için, İri ve o kıyı yeterlidir. Gerisi hava su değişikliğidir ki, insan bundan beslenemez. Balıklar hiç.

Katıldı yine de, düştü İri’nin peşine. Akıntıya bıraktı kendini. Bunlar beraberce, İstanbul ve Çanakkale boğazlarını geçtiler. Geçerken eğlendiler. Fakat bir balıkçı, akşam yavrularına balık götürmek için suya ağ atmıştı. Ve bizimkiler farkına varmadan bu ağa takıldılar. Daha doğrusu İri takıldı. İri ya. İnce de sıyrılıp çıktı. İnce ya, bırakıp gitmedi. Hem inceydi hem aşık. Kemirip ağları, kurtardı İri’yi. ‘E, tabi, ben bu ağlara takılacak kadar güçlü kuvvetli değilim, eriyip gidecek gibiyim’ diyerek, onun gururunu da okşadı. Aşkta, en yanlış şeyler bile mantıklı gelir insana. Tabi balıklara da. Çünkü aşk, suyun içinde de aşktır.

Derken, bizimkiler soğuk denizlere kavuştular. Fakat İnce, alışık değildi bu serin sulara ve hastalandı.

BLOG DESIGN-Değmesin Yağlı Boya