Yetimhanede, bir yardım kampanyasından aldığı hediyeye sevinen 6 yaşındaki bir çocuğun fotoğrafı bu.
Ne zaman ayakkabı aldığınızda bu kadar mutlu oldunuz ? Yada en son ne aldığınızda bu kadar sevindiniz ? Bazen hayatın değerini bilmek lazım...
Hayatın
değerini bilmek ve küçük şeylerden mutlu olmayı yeniden öğrenmemiz
gerekiyor. "Yeniden" diyorum çünkü geçmişte, insanlığın şuan sahip
olduklarımızdan çok daha azıyla yetindikleri o eski zamanlarda çok daha
huzurlu ve mutlu olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum...
Gerçek mutluluk, dünyada en çok şeye sahip olmak değil, olabildiğince az şeye ihtiyaç duymaktır. Doyumsuzluk almış başını yürüyor; layığıyla hamd edemiyoruz. Birçok şeye sahip olsak da gözümüz hala sahip olamadıklarımızda. Bizim dünyaya asıl geliş gayemizden bazen çok uzaklaştığımızı düşünüyorum...
Dünyanın bir ucunda insanlar açlıktan ölürken, bir ucunda obezite ile savaş veriliyor. Hayatımızı çok hızlı yaşıyoruz, çok hızlı tüketiyoruz herşeyi her anı... Mutluluklarımız, sevinçlerimiz bile çok hızlı... Bugün mutlu olduğumuz şeye bir gün sonra sevinemiyoruz. Başka mutluluklar peşinden koşuyoruz, doymuyoruz. Kendimiz gibi olmaktan ölesiye uzaklaşıyoruz. Çoğu zaman maskeler ardına gizlediğimiz suretlerimizle "-miş" gibi hayatlar sürüyoruz.
Iskaladığımız bir nokta var; hayat gerçekten çok kısa. Dünya hayatı göz açıp kapamaktan daha hızlı akıp gidiyor. Ciğerlerimize aldığımız havayı bile solumak zorundayız, hiçbir şey bize ait değil. Herşey sanki bizimle ebediyete kadar beraber olacakmışız gibi sahipleniyoruz. Oysa ne diyor Can Yücel;
Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
“O olmazsa yaşayamam.” demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin onu sevdiğinden…
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları…
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
“O benim.” diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan birşeylerin…
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, ya da pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak…
“O olmazsa yaşayamam.” demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin onu sevdiğinden…
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları…
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
“O benim.” diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan birşeylerin…
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, ya da pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak…
Küçük şeylerle mutlu olamıyoruz. Etrafımızda öyle güzel nimetler var
ki, göremiyoruz. Mesela gözlerimiz olmasaydı, dünyayı hiç göremeseydik..
Denizi göremeseydik, bulutları... Bir çocuğun gülümseyişini... Ya da
kulaklarımız duymasaydı... En sevdiğimiz insanları sessizce dinleseydik,
hiç duyamasaydık onları... Bir rüzgarın, cıvıldayan bir kuşun sesini
hiç duyamamak; sessiz bir dünyada yaşamak ne zor olurdu değil mi?
Öyle
haberler okuyorum ki, makam mevki sahibi, nice zenginliklere gark olmuş
kimseler öyle şiddetli depresyonlara giriyorlar ki, kendilerine emanet
edilen cana kıyıyorlar. Bir diğer yandan, okumamış ve fakir insanların
içten sevinçlerini ve mutluluklarını görüyorum... Sanırım olayın özü şu;
mutlu olmak için daha fazlasını istememek, sahip olduklarımızla mutlu
olmaya çalışmak...
Mutluluğu bir nesneye ya da bir
canlıya yüklemek; on(lar)a sahip olacağını sanmak büyük gaflet. Mutlu
olacağım diye bir hiçin arkasından koşup, hayatımızın en güzel yıllarını
harcıyoruz yok yere... Belki bir güle erişmek uğruna nice papatyalar
çiğniyoruz ayaklarımızın altında, sahip olduklarımızı bile
yitiriveriyoruz amansızca ve umarsızca.
İçilen sıcak
bir çorba, güzel ve içten bir tebessüm, soluduğumuz hava, gördüğümüz
renklerin ve hatta çektiğimiz sıkıntıların bile bizler için bir nimet ve
lütuf olduğunun farkına varalım. Gülümseyelim bu evrende bulunduğumuz
noktadan kendimize :)
Sevgilerimle.