Ben ne ilkokul yıllarımı özlerim ne de üniversite yıllarımı. Özlediğim tek bir zaman dilimi varsa, o da kesinlikle lise yıllarımdır. Yakın geçmişi içine alan şimdiki zaman ve liseli yıllarımı kıyaslıyorum da... Her iki dönemi de anlatabilen resimler olsa elimde, "iki resim arasındaki 7 fark" sorusuna vereceğim cevaplardan biri kuvvetle muhtemel entellektüel ilgilerim olurdu. Bu ilgilerin içinde de en belirgin olanı edebiyattı. O zamanlar, yemek gibi, hava solumak gibi zaruri bir ihtiyaçtı benim için kitap okumak.
Gerek ilkokul, gerek sonrasındaki eğitim öğretim hayatım boyunca öğretmenler konusunda hep şanslı oldum hamdolsun. Ama en çok Türkçe ve Edebiyat öğretmenlerimin tesiri vardır üzerimde. "Belki bizim meslektaşımız olmak istemeyebilirsin ama bu iyi bir okur - yazar olamayacağın anlamına gelmez" demişlerdi.
Kitap okumayı oldum olası seven bir tipim. Hediye niyetine oyuncak barbiler yerine seri seri hikaye kitapları alan bir babanın evladı olduğum için ne kadar şanslı olduğumu artık daha iyi anlayabiliyorum. Bende hali hazır bir temel olunca, Türkçe ve Edebiyat öğretmenlerim de -Allah onlardan razı olsun- yardımlarını esirgemeyerek, ellerinden geldiğince, her konuda beni ihtiyacım doğrultusunda beslemeye gayret sarfettiler...
Hayatıma; duygu ve düşünce dünyama yön veren birçok kitabı lise yıllarımda okudum. Neredeyse gün aşırı kitap bitirirdim; klasiklerden tutun da çağdaşlara kadar birçok önemli eserle bu dönemde tanıştım. O zamanlar hararetliydim, sanki satırları okumaz, yudum yudum içerdim.
Bir de nesir türde yazılmış eserler var tabii... Bu konuda da şanslıyım sanırım çünkü doğduğum andan itibaren amatör bir şairle aynı evi paylaşıyor; hatta yetmiyor ona "baba" diyorum. Evet, muhterem babacığım amatör bir şairdir yanlış duymadınız. Kendisine ait bir şiiri paylaşayım müsadenizle:
Bir gece ansızın çalarsam kapını
Gözlerimde yaşlar
Elimde veda mektubun
Düşer bayılır mısın ansızın...
Hiç yoktan güler misin
Bu perişan halime
Yırtar mısın fermanımı
Yeniden yazar mısın kaderimi
Sarılır mısın boynuma ansızın...
Dertlerime ortak
Kalbimde yeşeren bir umut
Bana sevgili olur musun ansızın...
Nasıl, güzel değil mi? :) Bir Atilla İlhan olduğu iddiasında değil kendisi ama seviyor şiirleri ve hala da yazıyor hatta kendi şiirlerini yazdığı bir sitesi bile var :)
Ehh, hal böyle olunca, "şiir" denilen olgu daha en baştan beri yanıbaşımızdaydı haliyle :) Yine de, şiir dünyasını tam anlamıyla keşfetmem lisedeki Edebiyat Öğretmenimiz Erkan Hoca sayesinde olmuştur.
"Artık vaktidir" diyerek araladık şiir dünyasının kapısını. Uzayıp giden, büyülü bir alem vardı ardı sıra o kapıların. Ve açılan kapılar önünde beni yüreğiyle selamlayan tutkulu şairler...
Benim için "Vazgeçilmezlerin kimlerdir?" sorusunun cevabı; Abdürrahim Karakoç'tur, Cemal Safi'dir, Yavuz Bülent Bakiler'dir; Ümit Yaşar Oğuzcan'dır, Can Yücel'dir, Atilla İlhan'dır, Nazım Hikmet'tir..
Bir de yeri ayrı olan şiirler vardır. Dilinizde her defasında farklı tat bırakan besinler gibi tat bırakır bazı şiirler yüreğinizde...
Kelimelerin efsunlu dünyasına dalınca işler daha da karmaşık bir hal alır. Bazı şiirler hayatınızın içine nüfus eder. Ezberlemek niyetinde
olmasanız dahi yüreğinize siner o şiirin kokusu. Tamamını olmasa dahi
bir dizesini kendine saklar hafızanız. Bazen de, o kadar az kelimeyle nasıl bu kadar çok şeyin anlatılabildiğine, nasıl bu kadar yoğun anlamlar elde edilebildiğine şaşırır kalırsınız. Kimi zaman şairi, kimi zaman da o şairin kaleminde hayat bulan, sonsuzluğa atılmış bir çığlık gibi büyüyen ve büyüleyen kelimeleri kıskanırsınız...
Geçenlerde bir arkadaşla konuşurken, gayri ihtiyari kullandığı bir cümleyle başladı bu yazının hikayesi. Ona anlattığım bir hadisenin akabinde, yaşananların Allah'ın ilahi bir adaleti olduğunu özetlercesine “Men Dakka Dukka” demişti. Bu sözü duyar duymaz, çok sevdiğim bir Bedri Rahmi Eyupoğlu şiirini hatırladım.
"Karıncanın canı bir dirhem
Filin canı bir okka
Ama ikisinde de bir telâş, bir kıyamet
Ölüm kapıya gelince"
Şairin "Dol Karabakır Dol"
isimli kitabını okuyanların hatırlayacağı üzere, yukarıda paylaşmış olduğum şiirin başlığıdır “Men Dakka Dukka”.
Çoğumuz Arapça olduğunu biliyor olsak da aslı
Farsça olan bir atasözü “Men Dakka Dukka”.
Hatırlayanlarınız olur mu bilmem. Kuvvetle muhtemel 2012
yılıydı. Sayın Başbakanımız R. T. Erdoğan bir konuşmasında Suriye Devlet
Başkanı Beşar Esad’ a seslenmişti: “Ya Beşar! Men dakka dukka . ( Ey Beşar!
Eden bulur )”
Ve böylelikle popülerliği artmış ve anlamı araştırılır
olmuştu “Men Dakka Dukka” nın.
Dilimizde her ne
kadar “Eden bulur” şeklindeki anlamıyla özdeşleşmiş olsa da asıl anlamı “Çalma
kapımı, çalarlar kapını.” olan bu deyimin bir de hikmetli bir hikayesi var.
“Abbasi Dönemi’nin meşhur halifesi Harun Reşit’in dillere
destan bir bahçesi varmış, bu bahçede de çok sevdiği bir gül fidanı. Bir gün,
bahçıvanına demiş ki: “Bu fidana çok iyi bak, bir gül tomurcuklanıp açtığında
da bana haber ver.” Tabii bu emrin üzerine bahçıvan geceleri de dahil sürekli
olarak fidanı kontrol etmiş. Tabir-i caizse gözü gibi bakmış bu fidana taa ki
bir gül tomurcuklanıp açana kadar.