28 Ekim 2014 Salı

Kitapsever Demliksever Kupasever

Kitap kurtları iyi bilirler ki, bir kitaba eşlik edebilecek en güzel şey bir fincan çay ya da kahvedir. Hani satırlara gömülürken elinizdeki sıcacık bardaktan içeceğinizi yudumlamak kadar keyiflisi yoktur. Hele de bu türden bir demliğiniz ya da bir kupanız varsa... Neden mi bahsediyorum? Buyrun birlikte göz atalım öyleyse :)


 








 


Edgar Allan Poe'dan tutun da Jane Austen'e kadar - hatta Shakespeare sevenlere bile hitap eden demlikler dizayn etmişler. Kitapları sevenler eminim ki bu demliklere kocaman bir iç çektiniz :)

Hani mesela aşağıdaki gibi bir çay setim olsa... Evime gelen kitapsever dostlarıma güzel bir çay demleyip sohbet etsem doyasıya... Hayali bile güzel!

25 Ekim 2014 Cumartesi

Her İşte Bir Hayır Vardır



Sevdiğim bir hikayeyi paylaşmak istiyorum bugün sizlerle. Siz okurken kulak pasınızı silecek müzik benden, bir fincan kahve de sizden olsun :)


*

  Zamanın birinde, çok ama çok uzak bir ülkede hüküm süren bir kral yaşarmış... Kral'ın çocukluktan beri birlikte büyüdüğü ve çok sevdiği bir dostu varmış. Nereye gitse, nerde bulunsa bu çok sevdiği dostunu yanından ayırmazmış...

Gelin görün ki, kralın bu kadim dostunun da bir garip huyu varmış. İster kendi başına, ister başkalarının başına gelsin; ister iyi olsun, ister kötü her olay karşısında hep aynı şeyi dermiş: "Bunda da bir hayır vardır."

Yine bir gün, kral ve arkadaşı birlikte ava çıkmışlar. Kralın arkadaşı tüfekleri doldurup krala veriyor, kral da avına ateş ediyormuş. Kralın dostu muhtemelen tüfekleri doldururken bir hata yapmış olmalı ki tam kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patlamış ve kralın başparmağı kopmuş...

Size kralın arkadaşı ne söylemiş? Tabii ki meşhur sözünü: "Bunda da bir hayır vardır." Kral acı ve öfkeyle bağırmış: "Bunda hayır filan yok, görmüyor musun parmağım koptu!" Kral bu hadiseden dolayı öyle kızmış, öyle kızmış ki acımadan zindana attırmış kadim dostunu...

Aradan tam bir yıl geçmiş.  Kral ve arkadaşları, yamyam kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durmaları gereken tehlikeli bir bölgede avlanıyorlarmış. Kralı ve yanındakileri avlanırken gören yamyamlar onları zapt edip zorla köylerine getirmişler, ellerini ayaklarını bağlayıp köyün meydanına odunları yığmışlar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direğe kralı ve arkadaşlarını bağlamışlar...

Tam odunları tutuşturmaya geliyorlarmış ki, kralın başparmağının olmadığını farketmezler mi? Birden ürkmüşler bizim eksik parmaklı kralı görünce, çünkü onların kabilesinin inançları dolayısıyla eksik uzuvları olan insanlar yenmiyormuş. Şayet yerlerse de başlarına çok kötü şeyler geleceğine inanıyorlarmış. Bu durumdan öyle korkmuşlar ki anında kralı çözüp salıvermişler... Tabi diğerlerinin sonu malum...

Kral sarayına dönünce, zindana attırdığı dostunu bulup ondan özür dilemek istemiş çünkü yamyamların ellerinden kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde olduğunu anlamış. Emir verilip, dostu zindandan çıkartılıp karşısına getirilince bizim kral özrünü dilemiş ve ardından başından geçenleri anlatmış. "Haklıymışsın" demiş, "Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. Seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum, yaptığım çok büyük bir haksızlıktı."

Peki kralın kadim dostu ne cevap vermiş dersiniz? 
Tahmin ettiğiniz gibi aynı cümleyi tekrarlamış: 
 "Bunda da bir hayır vardır ." 

 Tabii bizim kral şaşkın şaşkın bakıvermiş dostunun yüzüne, "Ya ne diyorsun? Dostumu bir yıl boyunca zindanda tutmamın ne gibi bir hayrı olabilir?" Kralın dostu gülümsemiş ve şöyle cevap vermiş: "Düşünsene, ben zindanda değil de seninle birlikte olsaydım? 
O zaman da ben kurtulamazdım..."



*

Her işte bir hayır vardır. Bazen görebilir, farkedebiliriz bazense o hayrı görmeden hayıflanıveririz. Ne olursa olsun içinizi huzurlu tutun, nasılsa her işte bir hayır muhakkak ki vardır...

Ne buyuruluyor Bakara Suresi 216. Ayet-i Kerime'de:

"Hoşlanmayacağınız bir şey olur ki, o sizin için bir hayırdır. 
Ve seveceğiniz bir şey olur ki, o sizin için bir şerrdir. 
Ve (bütün bunları) Allah bilir, siz bilmezsiniz."

*

Hicri Yılbaşınız kutlu olsun efendim. Dilerim Hicri takvimin yeni yılı tüm Müslüman alemi için hayırlara vesile olur...

Keyifli bir haftasonu geçirmeniz dileğiyle...

Aşkla kalın!







22 Ekim 2014 Çarşamba

Kitap Kokusu - Sineklerin Tanrısı



Okurken düşündürten ve sorgulatan kitapları seven takipçiler hemen kalemi kağıdı hazır edin! Bugün blogda tam da böyle bir kitaptan bahsedeceğim: 

"Sineklerin Tanrısı"

"Sineklerin Tanrısı"nı bitireli haftalar oluyor ama, yazısı için bir türlü bilgisayarın başına oturamadım ne hikmetse. Öyle çalakalem de yazasım gelmedi, istedim ki dingin düşünebileyim yazarken. Nasip bugüneymiş. Bismillah diyerek başlayalım öyleyse!


Nobel Edebiyat Ödüllü İngiliz şair ve romancı William Golding'in 1954 yılında kaleme aldığı bu kitaba sıradan bir roman nazarıyla bakmak, William Golding'e yapılabilecek en büyük haksızlıklardan biri olur kanaatimce.Beklentilerin ve eğilimlerin  popüler kültür tarafından belirlendiği bir zaman diliminde böyle sarsıcı kitapları bulmanın güçlüğü yadsınılamaz bir gerçektir. Bu açıdan bakılınca, "Sineklerin Tanrısı" içerdiği alegori ve taşıdığı anlam yönüyle edebiyat tarihindeki önemini uzun yıllardır korumayı başarabilmiş bir eserdir diyebiliriz.


Kitabın önemini daha iyi idrak edebilmek için biraz daha başa, en başa sarmalıyız hikayeyi, çünkü bu kitabın edebiyat tarihine kazandırılması gerçekten hiç de kolay olmamış:

  "Zaman: Gelecek. Sömürgeler üzerinde patlayan bir atom bombası hakkında saçma ve ilginç olmayan bir fantezi. Bir grup çocuk, Yeni Gine yakınlarında bir vahşi yere düşer. Çöp ve sıkıcı. Manasız."

  İşte bu yazısıyla kendisine ulaşan kitabı reddetmiş Faber & Famp Yayınevi. Sadece yayınevi tarafından tek seferde reddedilişiyle kalsaymış, edebiyat dünyası için  koca bir kayıp olacakmış ancak, kitabın şansı Charles Monteith'in eline geçmesiyle değişivermiş. Montheith okuyunca kitabın ses getireceğine inanmış ancak yayınevini ikna etmesi hiç de kolay olmamış çünkü satış müdürüne göre asla para etmeyecek bir kitapmış bu. Yine de vazgeçmemiş Montheith, çünkü onun da editörlüğünü yapacağı ilk kitabıymış "Sineklerin Tanrısı". Montheith etrafındakileri ikna etmeyi başarmış ancak kitabın ilk baskısı umduğu ilgiyi uyandıramamış. Sonra, her ne olduysa, kitap birden "bir orman yangını" gibi yayılıvermiş üniversite öğrencileri arasında.


William Golding, İkinci Dünya Savaşı'nda gördüğü vahşetin akıl sınırlarını zorlayıcılığı karşısında, insanın doğası ve içinden gelen kötülüğü sorgulamak üzere yazdığı bu kitabında insanın herkesce bilinen tabiatına ters düşen iddialarda bulunuyor. Gelin, "Sineklerin Tanrısı"nın yazarından dinleyelim kitabının arkasında yatan temel düşünceyi:

 “İkinci Dünya Savaşı’ndan önce toplumsal insanın mükemmelleşebileceğine inanırdım; yani doğru bir toplum yapısı iyi niyeti üretecekti; ve bu sayede tüm toplumsal hastalıkları toplumu yeniden düzenleyerek ortadan kaldırabilirdiniz. Bugün de benzer bir şeye inanıyor olabilirim; ama, savaştan sonra inanmıyordum çünkü inanamıyordum. Bir insanın diğerine neler yapabileceğini keşfetmiştim. Bir insanın diğerini bir silahla öldürmesinden, ya da bir bombayla havaya uçurmasından söz etmiyorum. Totaliter devletlerde yıllardır süregiden sözcüklerle ifade edilemeyecek o kötülükleri düşünüyorum. Şu kadar çok Yahudi’nin şu veya bu şekilde ortadan kaldırıldığını söylemek bile yeterince kötüdür (temizlendi, böyle derler, şık bir deyimle); ama o dönem öyle şeyler yapılmıştı ki bunları bir kez düşünmeye başladığımda eğer aklımdan kovamazsam fiziksel olarak hasta oluyorum. Bunlar Yeni Gine’deki kafatası avcıları ya da Amazonlardaki bir ilkel kabile tarafından yapılmadı. Bunlar büyük bir ustalık ve soğukkanlılıkla eğitimli insanlar tarafından, doktorlar, kanun adamları, arkalarında bir uygarlık geleneğini taşıyan insanlar tarafından yapıldı. Tüm o yılları yaşayan biri, insanın arının bal yapışı gibi doğal bir  şekilde kötülüğü ürettiğini anlamıyorsa ya kör ya da aklını kaybetmiş olmalıdır. İnsanın ruhen hastalıklı bir yaratılışı olduğuna inanıyordum ve yapabileceğim en iyi şey yarattığı uluslararası felaketle hastalıklı doğası arasındaki bağlantının izini sürmekti.”


Aslına bakılırsa, William Golding'in kaleme aldığı "Sineklerin Tanrısı"nın ilk versiyonu, bugün okumuş olduğumuzdan biraz daha farklı olup, uzunca bir 3. Dünya Savaşı tasviri ile başlıyormuş. Bu savaştan korunmaya çalışılan bir grup çocuk uçakla sömürgelerin üzerinden uçarken bombalara hedef oluyor ama özel donanımı sayesinde ıssız bir adaya sağ salim inmeyi başarıyorlarmış. Kitabın basılması için yayınevini ikna eden editör Charles Montheith, kitabın girişindeki bu uzun savaş sahnelerinin çıkarılmasını teklif etmiş Golding'e. Bu teklifin yazarımız tarafından kabul edilmiş ve böylelikle de kitap günümüzdeki halini almış.

Kitaptaki tüm olaylar, çocukların bahsi geçen adaya düşmeleriyle başlar. Golding adayı tanıtırken, 1857'de Robert Michael Ballantyne tarafından yazılan Mercan Adası'na atıfta bulunur. Ancak aslına bakılırsa Golding'in kitabı, aslında bu romana bir baş kaldırıdır. Mercan Adası'nı okuyanlarınızın da hatırlayacağı üzere, kitaptaki hikaye adaya düşen üç İngiliz gencin bir süre yalnızbaşına kalmasının akabinde yerlilerle temas etmesi ile gelişir. Vahşi doğa parçasına kendi uygarlıklarını taşıyan bu hikayeye verilmiş sert bir cevap niteliği taşıyan "Sineklerin Tanrısı"ndaki hikayede adanın özellikleri benzerdir ancak çocukların sonu bir değildir.

Hikayenin buradan sonrasına değinmeyeceğim çünkü okumamış olanların zihninde merak ve soru işaretleri olsun istiyorum.  Eğer kitabı okumayı düşünüyorsanız, önemli bulduğum bir ayrıntıyı daha ele almak isterim: Benim tercihim, Türkiye İş Bankası Yayıncılığı'nın Mina Urgan çevirisinden yana oldu. Mina Urgan'ın daha önceleri kitabın başında önsöz olarak yer verilen ayrıntılı açıklaması aslında tüm kitabı özetler nitelikte. Benim okuduğum yeniden düzenlenmiş versiyonu olmalı ki; bu önsöz, sonsöz olarak kitabın sonuna konulmuştu. Hikaye bittikten sonra Mina Urgan'ın o muhteşem açıklamasını da okuyunca, oturmayan tüm taşlar da yerine oturmuş oldu.

Bu kitabın bir de sinemaya uyarlanış hikayesine değinip yazıma son vermek istiyorum.  
Kitap 2 kez sinemaya aktarılmış; biri 1963 yılında Peter Brook diğeri ise 1990 yılında Harry Hook tarafından. Ben her iki uyarlamasını da bizzat izledim. İlki siyah-beyaz, ikincisi ise renkli olan bu iki filmin kendi içinde ele alınması gereken ayrı noktaları var. Ama bana hangisinin daha başarılı olduğunu sorarsanız - kitabı okuyarak her iki filmi de izleyen hemen her arkadaşım gibi- tercihimi birinciden yana kullanırım. Aslına bakılırsa kitabı okuduktan sonra filmini izlemeyi pek tercih etmiyorum ama böylesi bir hikayenin nasıl sinemaya aktarıldığını oldukça merak ettim ve izledim. İlkinin, kitaba daha sadık kalınması yönüyle daha izlenebilir olduğunu düşünüyorum.



Velhasılı, ne özgünlük ne de edebi anlamda zirvelik iddiasında bulunabilecek bir kitap olmasa da, her kitaplıkta olması gereken bir kitap "Sineklerin Tanrısı". Esasen bu kitap, aslında hepimizin bildiği ancak dile getirmekten çekindiği gerçeklerden apaçık bir şekilde söz etme cesareti gösterebildiği ve  içimizdeki karanlık dehlizlere ışık tutabildiği için okunması ve okunurken üzerinde düşünülmesi gereken bir kitap.

Ne Mercan Adası'ndaki ne de Sineklerin Tanrısı'ndaki gibi eşsiz bir ada hayal etmemize gerek yok. Dünya her anlamda güzel bir yurt iken, biz  -içerisinde yaşayan insanlar- burayı cehenneme çevirmedik mi zamanla? Sırf daha rahat yaşayabilelim diye bizim rahatlığımız için rahatını feda eden insanların varlığını düşününce... Masum değiliz hiçbirimiz...

Madem yad ettik, kitap yazımızı minik serçenin sesiyle sonlandıralım.

Aşkla kalın!



19 Ekim 2014 Pazar

Hayatınızdaki Vampirleri Tanıyor Musunuz?

İnternette dolaşırken denk geldiğim bir yazıyı sizlerle de paylaşmak istedim. Yazının içeriği vampirlerle alakalı. Hemen korkmayın! Ya da korkun! Çünkü bu vampirler kan emici vampirler gibi değil.  Aksine, çok daha önemli birşeyi emiyor: hayat enerjisi.

Şaka yoluyla iğneleyerek, her daim arabesk takılıp size dert küpü muamelesi yaparak, sürekli kendi hayatının ne denli güzel olduğundan dem vurarak -ve dahasıyla-  hayat enerjimizi sömüren vampirlerin ne kadar farkındayız?

Gün sonundaki yorgunluklarımızın nedeni fiziksel yorgunluklarımız olmuyor her zaman. Belki de biri vardır bizi tükenmiş, bitkin, huzursuz, yorgun ve bitkin hissettiren. O kişi hayat enerjimizi emerken bizler ya farkına varamayız bu vaziyetin ya da el-mahkum kapılmış gidiyoruzdur bahtımızın rüzgarına...

Mutsuzların, huzursuzların, bitkinlerin, tükenmişlerin hayatında muhakkak ki hayat enerjisini emici bir vampir vardır! Belki de yapılacak en önemli şeylerden biri, insan ilişkilerini gözden geçirmek ve hayat enerjisini sömüren bu vampirlerden kurtulmaktır. 

Dilerim bu yazı, hayatınızdaki vampirlere karşı köklü bir ihtilal başlatmanıza vesile olur.



Zihnimizdeki olumsuzluklardan arınmış huzurlu bir pazar sabahı olsun efendim...

Aşkla kalın!




Enerji vampirlerini çeşitleri ve özellikleri
     
Vampirler sizin pozitif yaşam enerjinizle beslenen kişilerdir. Kendileri pozitif enerji üretme yeteneklerini (tembellik, geçmiş travma vs gibi sebeplerden dolayı) kaybetmiş olduklarından yaşamak için sizin yaşam enerjinize ihtiyaçları vardır ve bu enerjiyi almak için ellerinden geleni yaparlar. Bunlar sözde “arkadaşlarınız”, “dostlarınız”, çalışma arkadaşlarınız, sevgiliniz, eşiniz hatta aile üyeleriniz bile olabilir. Bir toplantıda, eğlencede kısa süre için bir araya geldiğiniz enerji vampirleri değil ama sürekli hayatınızda olan enerji vampirleri sizin için büyük bir sorundur.

Duygusal Vampirler:

     
Duygusal vampirler sizin duygularınızın yarattığı pozitif enerjiyle beslenirler. Birkaç değişik tipi vardır.

Arsızlar, vampir kişiliklerini açık bir şekilde yaşarlar. Bunlar kendi enerjilerini kıskançlık, haset ve başkalarında olup de kendilerinde olmayan şeyler üzerinde harcadıkları için kendilerini iyi hissetmek için gözünüzün içine baka baka pozitif enerjinizi söküp alırlar. Bunlar aşağılama, iğneleme, eleştirme, alay etme ve değersiz hissettirme yöntemlerini kullanarak sizin enerjinizle beslenirler. Durduk yere size aklınızdan günlerce çıkmayan laflar eden birisini hatırlıyor musunuz? Ya da altan alta sizi sürekli iğneleyen birisini? Bir şekilde sizin moralinizi bozmayı başaran birisini?

Diğer bir grup ise gizli saldırgandır. Aslına bakarsanız bu tipteki insanlar epey bir arkadaş canlısı sevecen görünürler. Dolayısıyla ilk gruptan çok daha tehlikelidirler. İşlerini kendilerini kamufle ederek hallederler.  Çenesi Düşükler ve Şakacı tipler o ilişkinin merkezine kendilerini çekerek beslenirler. Hangi konu olursa olsun en çok onlar bilir ve en çok onlar konuşur. İş yerinde durmadan ve usanmadan ilişkilerinden, evlilik hazırlıklarından, bebeklerinden, bahseden bu tiplerdir. Günün sonunda şişmiş bir kafayla ve iç daralmasıyla sizi başbaşa bırakırlar. Öte yandan durmadan şaka ve komiklik yaptığı için gerçek bir ilişki yaşayamadığınız ve bir süre sonra sizi yorgun ve tükenmiş hissettiren birilerini tanıdınız mı hiç?

2 Ekim 2014 Perşembe

Bu Filmi İzlememiş Olanınız Var Mı?


Hazır tatil moduna geçmek üzereyken, bir film tavsiyesi vermeden olmaz. Sıkı sinema takipçileri eminim ki bu filmi es geçmemişlerdir ancak yine de izlememiş birilerinin olduğu yerlere yazdıklarım ulaşır düşüncesiyle, bu filme dair birkaç - tamam tamam birkaç fazla satır yazmak isterim:


"The Truman Show", koskocaman bir okyanusta, kendi halinde yüzerken birden kafasını akvaryumun camına çarparak uyanan adamın, Truman Burbank'ın hikayesi. 

Filmin içerik ve analizinden önce böyle başarılı bir yapımı sinema tarihine kazandıran kişileri yad etmek isterim: 1998 yapımı filmin senaryosu, parlak bir zekanın tüm ışıltısını üzerinde taşıyan senarist Andrew Niccol'un kaleminden çıktı. Kendisinin senaryo yazarlığındaki sınır tanımazlığına "In Time" ve "The Terminal" gibi filmlerinde tanık olmuşsak da, bence "The Truman Show"un, Niccol'un ustalık eseri olduğunu söylemek kesinlikle abartılı bir ifade olmaz. Niccol'un muhteşem senaryosunun kimin elinde hayat bulduğu sorusuna gelince, cevabı "Dead Poets Society" den hafızalarımıza kazanan Peter Weir'den başkası değildir.  Ve bana kalırsa, Weir'in de yaptığı en başarılı işlerin başında gelir bu film.



Tabii bir de Truman var.  Daha anne rahminde embriyo halindeyken takibe alınan, dünyanın birçok ülkesinde kendi adında tv programları düzenlenen, haftanın her günü, her saati şehirdeki beş bine yakın kamera ve yüzlerce figüran tarafından kontrol edilen zavallı Truman. İşte o Truman, beden diline dayalı performansıyla yer aldığı popüler komedi filmlerinden hatırladığımız komik adam Jim Carrey. Ancak söylemek gerekir ki Carrey'in bu filmdeki oyunculuk performansı, o güne kadar yaptıklarından çok daha fazlası. 

Jim Carrey bu filminden sonra komik adam olma etiketini üzerinden koparıp atmasa da en azından sonraki filmlerinde çok farklı türlerde ve bambaşka rollerde karşımıza çıkmayı başardı. Bu yüzden, kariyerindeki dönüşümün belki de başlangıç noktası olarak belirlenebilir bu film.


 Doğduğu andan, içinde yaşadığı çevrenin tamamen kurmaca bir hayat olduğunu anlayana kadarki süreçte, Truman'ın vaziyetini kendinizinkiyle kıyaslamamanız işten değil - en azından yakın bir tarihte "BBG - Biri Bizi Gözetliyor" adında bir yarışma programına ülkece seyircilik yapmışken, insanların hayatının en mahrem yönlerini instagramlarda, facebooklarda bağıra bağıra afişe edildiğine şahitlik ederken ve bunu yaparken kendilerinin ve takipçilerinin aldıkları keyife seyirci olurken...


Senarist Niccol'un bu yazısına yer vermeden bitirmek olmaz değil mi?


Sahte hayatlar yaşamaya çok alıştık internet alemine daldık dalalı. Daimi bir takip edilme hevesiyle kendi özel hayatımızı gözler önüne sermekten büyük bir keyif duyar olduk. Hayatımıza dair ne varsa, paylaşım sitelerinde ayan beyan ortaya döktük ve bu, bizim popülerlik yolundaki en büyük adımımız oldu.

Halbuki git gide yalana dönen, sahteliğe meyleden bir yaşam döngüsünde yol alıyorduk, bilemedik. 

Bir kafede otururken “Sıkıldım” desek hiç kimse dönüp bakmazken bize, bu sözü internette bir siteye yazınca onlarca yorum almaktan dolayı göğsümüz kabardı. 500 – 1000 sanal arkadaşımız olunca kendimizi sosyalleşmiş saydık fakat bir sinema filmini yalnız izlemek zorunda kaldığımızda bile o arkadaşların sahteliğinden şüphelenmek aklımıza gelmedi.
İşte bu bizim takip edilme, izlenme isteğimizdendir.

Bir başka ve daha evvel bir zamana ait olan televizyon ise başka bir yönümüzü ortaya koydu. Başka insanların hayatına olan merak. Televizyonla birlikte, kendi hayatımızı yaşamaktansa, başka insanların yaşadıklarını izlemeye koyulduk büyük bir iştahla.

İnsanlarıın en özeline kadar soktuk burnumuzu, yetmedi eleştirmeye, akıl vermeye bile başladık. Onlar yaşadılar biz izledik. Onların hayatındaki her şeyi merak etmeye başladık. Bir adam hayal kurdu mesela, biz o hayale ondan fazla inandık. 

Eve gelince ilk iş televizyonu açtık dünyada neler olmuş diye bakmak için. Ama aslında dünyada neler olduğunu, eve gelmeden az evvel kendi gözlerimizle görmekteydik. 

İşte bu da bizim takip etme, izleme isteğimizdendir.

İzlemeye, izlenmeye ve gönüllü köleliğinize devam edin..

Gördüğünüz üzere, aslında "The Truman Show" ziyadesiyle biziz. Medya ve toplum eleştirisini en keskin biçimde seyirciye sunan bu etkileyici yapımı henüz izlememiş olmak bence büyük bir eksiklik, benden söylemesi!

Ha yazım bitmişken, hani olur ya belki sizi göremem, iyi günler, iyi akşamlar, iyi geceler :)

Keyifli seyirler; sevdiklerinizle koskocaman mutluluklar yaşayabileceğiniz güzel bir bayram olsun efendim...


 

BLOG DESIGN-Değmesin Yağlı Boya