29 Aralık 2015 Salı

Neden Anlaşamıyoruz?



"Afazi", "Agnozi", "Aleksi", "Agrafi" ve nicesi, psikoloji lisans eğitimi aldığım yıllarda Nöropsikoloji ve Nöropatoloji derslerinden öğrendiğim terimler. Uzun bir aradan sonra, bugün okumaya başladığım bir kitapta “Afazi” terimi ile yeniden karşılaştım ancak bu sefer çok daha farklı bir versiyonda.



“Afazi” terimine değinmek istiyorum kısaca: 

1800lü yılların sonuna doğru Wernicke ve Broca adındaki iki nörolog amca, beyinde iki önemli dil alanı tespit edip, buldukları bu alanlara da kendi isimlerini veriyorlar. Wernicke amca, tespit ettiği alanın hasar görmesi sonucu insanların konuşabildiği halde kendine söyleneni anlayamayacağını belirtirken, Broca amca ise tespit ettiği alanın hasar görmesi sonucu insanları duyabildiği halde, kendi söylemek istediklerini söyleyemeyeceğini belirtiyor.

Günümüz nörolojisinde de “Wernicke ve Broca Bölgeleri” olarak bilinen beynin bu iki bölgesinde, inme, beyin hasarı ya da beyin tümörü gibi sebeplerle ortaya çıkan bu duruma nöroloji dilinde afazi (aphasia) adı veriliyor.





Okuduğum kitapta karşıma çıkan afazi terimine geri dönelim: 

Konu başlığı şu şekilde; “Celbedilmiş Toplumsal Afazi”. Önce bir durup düşünüyorum;
 “Afazi dediğin beyin travmasıyla olur ya da benzer organik sebeplerden ötürü. Toplumsal Afazi de ne ola?”

Bu terim ilk kez yazar Alev Alatlı tarafından belirlenerek, teşhis ve tanımlaması yapılmış. Ne anlama geldiğini kısaca anlatmak gerekirse tek cümlelik özetle, “İletişimde kullanılan kelimelerin anlamlarındaki muğlaklık” diyebiliriz.

Hani ne demek istediğini bir türlü anlatamayan, kimsenin dilinden anlamadığını düşünen; tartışmaların hep sonuçsuzluğa mahkum olduğu, en basit konuların bile büyük münakaşalara sebep olduğu durumlar var ya, hah işte tüm bunlar “Celbedilmiş Toplumsal Afazi” nin belirtileriymiş aslında.

Tevafuk bu ya, sabahleyin servisi beklerken şöyle bir göz atmak için açtığım bir sosyal paylaşım sitesinde, bir haber okuyorum: Kucağında baygın bir halde kızını omuzlayan Suriye’li mülteci babanın elinde kalem satarken çekilen fotoğrafı bir anda tüm dünyaya yayıldı. Bu resmi gören Norveçli bir grafiker bu baba ve kızı için dünya çapında bir yardım kampanyası başlattı. (Bilmem kaç yüz bin) liralık bir yardım toplandı ve Suriye’li mülteci babaya verildi. Bu yardımı alan baba, hem iş yeri aç, hem de kendi gibi mülteci olan diğer kader arkadaşlarını da iş sahibi yaptı. Dahası tüm ailesine, yakınlarına yardım etti bu parayla.

Haberi okudum okumasına ama yorumlara gözüm takıldı. Normalde bunu yapmam ama, bu sefer 80 küsür yorumun en başına gelip tek tek okudum tüm yorumları. Ana avrat küfredenlerden tutun da, Türklüğe hatta ve hatta Müslüman alemine küfreden yorumlar okudum. Dahası bunu yazanların hemen hemen hepsi Türk ve Müslüman. Daha da ötesi, sinli kaflı küfredenlerin içinde hemcinslerim bile var. Geç gelen servisi beklerken yediğim soğuğu unutturdu orada okuduklarım. Ürperdim.

Şimdi, düşünüyorum da sanırım bizler toplum olarak afazik olmuşuz da haberimiz yok. Hastalıklı zihinlerimiz. Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olan; her işte muhakkak bir uzman görüşüne sahip olan tuhaf bir milletiz vesselam…

Konu hakkında daha detaylı bilgi edinmek isteyenler için Sinan Canan’ın “Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler” adlı kitabındaki bu kısmı aynen paylaşıyorum. Meraklısına şimdiden iyi okumalar diliyorum…,



Söz yitimi olarak tıp literatürüne giren Afazi terimi, Latince a-olumsuzluk eki; phasis: konuşma sözcüklerinden dilimize girmiştir. Beynimizin “konuşma” ve “anlama” işlemlerini gerçekleştirdiği bölgelerin bir veya birkaçında meydana gelen yaralanma, damar tıkanıklığı yahut beyin kanaması nedenleri ile hasara uğraması sonucu, hasar gören bölgenin işlevine özel bir söz yitimi ortaya çıkar. Bu konu tıbbi pratikte oldukça önemli bir konu olsa dahi pek çok farklı hastalık tipini de içermektedir.

 Benim burada bahsedeceğim ve “Celbedilmiş Toplumsal Söz Yitimi (C.T.S.) olarak kısaltacağım terim ise tamamen organik, herhangi bir fiziksel rahatsızlığa ya da darbeye maruz kalmadan, organik açıdan tamamen sağlıklı beyinlerde de görülen ve nispeten yeniden tanımlanmaya başlanmış bir söz yitimi tablosudur. Araştırdığım kadarıyla tanımı ve teşhisi yazar Alev Alatlı hanımefendiye ait olan bu C.T.S. teşhisi öz olarak

“İletişimde kullanılan kelimelerin anlamlarındaki muğlaklık”tır.

Yani; yazılışı ve okunuşu aynı olan kelimelerin taban tabana zıt anlamlarda algılanmasına neden olan, toplumsal katmanlardaki iletişim yollarını tamamen kapatan ve belirgin organik ve fiziksel bir rahatsızlıkla ilgisi olmayan, farkında olmasak da zihnimizi ve sosyolojik yaşantımızı derinden etkileyen bir “toplumsal” zihin hastalığıdır.

 Televizyondaki tartışma programlarından, köşe yazılarına, arkadaş sohbetlerinden, uluslarası ilişkilerdeki söylemlere kadar pek çok yerde C.T.S. sıkıntısı ile karşılaşıyoruz. Soru şu;

NEDEN?

Birçok kavramın ve terimin bu anlamda net tanımı veya tarifi yapılmadığı için, en basit 
konular bile tartışma ortamı yaratabiliyor. Canlı örneklerini “laiklik”, “milliyetçilik”, “sosyalistlik” veya “vatanseverlik” gibi popüler kavramlara yüklenen binbir farklı kavramı anlamaya çalışırken buluyoruz kendimizi. Kimine göre başını örtmek gericilik iken, kimine göre de baştaki bezle uğraşmak gericilik oluyor. Biri kendi görüşünü “tek çağdaş yaklaşım” olarak sunarken, bir diğeri ise onu “çağdışılık” ile suçlayabiliyor…

 Geçtiğimiz yüzyıl, dünyada çok büyük değişimlerin yaşandığı bir yüzyıl oldu. Türk insanının yaşadığı değişim ise diğer ülkelere nazaran daha yükseklerde ve fevkinde idi.  Zira yaşlı bir imparatorluğun yıkılışına ve genç bir Cumhuriyetin kuruluşuna şahitlik etti. Bir zamanlar ayıpladığımız kavramlar hayat felsefesi olarak takdim edildi; komşusu aç iken tok uyuyamayan insanlar “kapitalist” ve liberal olmaya itildiler. Büyük bir imparatorluğu kaybetmenin doğal travması olan “sıradanlaşma hissi” aşılamadı. Hamasi düşünce kalıpları ve sloganvari fikirlerse gittikçe geçer hale gelmeye başladı. “Bilgi toplumu” olma yolunda hiçbir emin ve ciddi politika üretilmediği gibi, buna bir de “asli hedef” yakıştırmasıyla takdim edilen yabancı lisanla eğitim ve batı karşısında geri kalmışlık kompleksleri eklendi. Ama sorun şu ki; İlkokuldan üniversiteye kadar İngilizce eğitim verip de İngilizce öğretemeyen tek ülkeyiz. Bunun nedenlerini ve bizde neden olduğu afaziyi düşünmenizi tavsiye ederim.

 Anlamlarını bilmediğimiz kelimeler ile konuşuyor, karşımızdakinin söylediğini ancak kendi tanımlarımız ile anlayabiliyoruz. Teşhisi yapan yazar Alev Alatlı, konu hakkında şunları söylüyor:

“Ben buna “toplumsal afazi” diyorum. Çünkü kimsenin başına taş düşmedi ama Türkiye insanının tıpkı travma geçirmiş afazi hastaları gibi, söylenenleri söylendiği biçimde anlamadıkları, ağzından çıkanı formüle edemedikleri, söylemek istediklerini, istedikleri gibi söyleyemedikleri bir duruma itilmiş olduklarını düşünüyorum, görüyorum.”

Bir başka sorunumuz da ikili “O ya da bu!” mantığına sarılmamızdır. Çoğu zaman günlük hayatımızı etkileyen sorunların ikiden fazla çözüm yolu vardır fakat nedense insanlar kafalarındaki seçeneğin tek kurtuluş reçetesi, alternatif görüşlerin ise “ahmaklık” ya da “ihanet” olduğuna en başta –doğumdan itibaren- ikna olmuş gibidir. Bu durumda “O ya da bu!” çerçevesini aşamayan argümanlar, bu tip sorunları çözmek bir yana, çözümsüzlüğe mahkum etmenin en garantili yoludur. Halbuki evrenin işleyişinde ikili mantığa pek rastlanmaz.

 Son olarak, konuşan konuştuğu konu ve o konuyla ilgili birikimi hakkında bilgi sahibi olmalı, yani kendinin farkında olmalıdır. C.T.S. gibi önemli bir toplumsal sorun gerçekten büyüktür ve bütün boyutlarını burada incelemek imkan dışıdır. Fakat her birimiz, kendi fikir yaşamımızda bu sendromun sıkıntılarını az ya da çok çekmekteyiz. Dolayısıyla bu konu, üzerinde ciddi biçimde kafa yormayı gerektiren ve acil çözüm isteyen bir sorun olarak karşımızda duruyor.

 Kelimeler; düşünme birimlerimiz; anlamları ise düşüncelerimizin ta kendisi. Onlar olmazsa “biz” diye bir şey kalır mı acaba?”



24 Kasım 2015 Salı

Hoşçakal Ömrümün İlk Çeyreği!



"Ufak bir kız çocuğuyken, en büyük hayallerimden biri 17 yaşında olabilmekti. 



Keşke her hayalim bu kadar hızlı gerçek olsaydı :)



" O zamanlar, biri bana "Bırak 17 yi, 25i göreceksin" deseydi, muhtemelen gözümde bu yaşı fazlasıyla büyütüp, 25 yaşımdaki halimi hayal etmeye çalışırdım... 



İnanın, hayat öyle hızlı bir şekilde geçiyor ki... Ben bile bu kadarını tahmin etmiyordum :)



 Neyse efendim... Lafı dolandırıp anlattığımın farkındayım.. 



Demek istediğim odur ki; bugün benim doğum günüm. 25 yaşıma kadar her koşulda beni karşılıksızca seven, en ihtiyaç duyduğum anlarda her zaman yanımda olan ve bana her konuda en büyük desteği veren ailem... En başta onlara büyük bir şükran, ve böylesine sevgi dolu bir aile ortamında yetişmemi nasip ettiği için Allah'a içten bir şükür borçluyum ... 



Sahip olduğum her türlü nimet için; ailem ve akrabalarım için, sağlığım için, huzurum için, sevdiğim ve bana verdikleri sevgiyle, muhabbetle, dostlukla, arkadaşlıkla hayatımı bir şekilde güzelleştiren ve anlamlandıran herkes için... Görebildiğim gözlerim, duyabildiğim kulaklarım ve çıkan sesim için... Herşey için bunları veren Rabbime hamd-ü sena... 



 Umarım yeni yaşım hayır ve mutluluk getirecek, beni sahip olmam gereken özle buluşturacak ve benim daha iyi, daha mutlu, daha huzurlu ve daha güçlü bir ben olmamı sağlayacak; ve tüm bunlar gerçekleşirken, bu süreçte yaşadığım huzur ve mutluluğu, hüzün ve kederi paylaşabileceğim nice güzel kalbi benim kalbimle birleştirecek harikulade bir yaş olur... 



Iyi ki dilemişsin, iyi ki anneme beni doğurmayı nasip etmişsin ve iyi ki de yaşamama fırsat vermişsin Allah'ımm..."
*

Bu yazıyı hatırlayanlarınız olacaktır muhakkak, bundan tam bir yıl önce, 25. yaş günümde yazmıştım. Bir yıl sonra, yeniden okudum yazdıklarımı. Düşündüm tekrar, tekrar ve tekrar...

Hayatımda ne çok şey değişmiş şu son 1 yıl içerisinde. Bu yazıyı yazdığımda İstanbul'daydım; şimdi Bursa'da, ailemin yanındayım. Yaşadığım onca zorluğun ardından, ömrümün ilk çeyreği geride kaldı Allah'ın izniyle. Elbet imtihânlar devam edecek. Zaten dünyada var olmamızın bir gayesi de imtihâna tabii tutulmak değil mi? Ama bu imtihân dünyasında, son nefesime kadar yanında, yanıbaşında olmayı istediğim insanı bu yaşımda bulmayı nasip etti Rabbim. Bu yüzden 25. yaşım benim için çok ama çok kıymetli, sonsuz kere 'Elhamdülillah'.

Bu hisleri tarif edebilmek öyle zor ki... Ne ben mâhirim ifade edebilecek kadar kendimi, ne de kelimeler o mânâyı yüklenebilecek kadar... Yalnız şu hususu bizzâtihi belirtmek isterim; imanın tadını bulmak hakikaten karşındakini Allah'ın rızâsını gözeterek sevmekle oluyormuş, bildim. Allah'ın rızâsını gözeterek sevince, daha iyi bir insan, daha iyi bir evlat, daha iyi bir kardeş, daha iyi bir arkadaş, en önemlisi daha iyi bir kul olma yönünde üstün bir çaba gösterebiliyormuş insanoğlu. 

Tam 7 aydır bir Ademoğlu'na ait harikulâde bir sevda neşv-ü nemâ bulmakta yüreğimde. Tam 7 aydır, sadece ikimizin duyabildiği bir sevda türküsü mırıldanıyoruz an be an, gün be gün, ay be ay... Tek dileğimiz bir olmak, beraber olmak iki cihânda...Dualara icâbet eden Rabbimiz, "El-Mucib" ism-i şerifi hürmetine kabul buyursun inşâAllah...

İki farklı ailede yetişen iki farklı insanın çıktığı bir yolculuk bizimkisi. Farklı fıtratlarda yaratılmışız. Öte yandan, öyle çok ortak yanımız var ki. Bir insanı tanıma süreci çok ama çok farklı. Apayrı bir lezzet.. Apayrı bir haz.. Konuşmadan sadece gözünün içine bakarak aslında ne hissettiğini anlayabilecek evreye gelmek büyük bir nimet... İki kişi başladığımız bu yolculukta, kendi ailelerimizi de yanımıza alarak kocaman, büsbüyük güzel bir aileye dönüşmek öyle güzel bir mutluluk ki... Biz bu sevinçleri yeni yeni tadıyoruz şükürler olsun... Bolca dua ediyoruz birbirimize, bolca şükrediyoruz ahvâlimize...



Velhasılı, çok seviyorum... Sevdikçe güzelleşti ruhum, benliğim, hissedebildiğim tüm varlığım. Kendimi bir çift yeşil gözdeki yansımadan seyretmek muazzam bir his. Bir çift yüreğin içinde, Allah-u Teala'nın "El-Vedud" (c.c)  ism-i şerifinin tecelli bulmasını idrâk etmeye çalışmak hele.. Rabbim hâlis niyetle hayır dileyen herkese, bana nasip ettiğinden fazlasını, güzelini ihsân etsin dilerim..

Allah her şeye kadirdir sevgili okuyucu. Belki bu okuduğun ilk yazımdı, belki daha önceden beri aşinâlığın vardı kalemime ancak şu aralar başka birine evriliyor bu bloğun sahibesi. Sık sık gözleri yaşarıyor, sürekli dua ediyor.. Daha çok gülümsüyor, daha çok şükrediyor, daha çok sabrediyor... Yaşadığı bu hayatı, sevdiğiyle birlikte paylaşmaktan büyük bir keyif alıyor. O yüzden, buraya eskisi kadar vakit ayırmak içinden gelmiyor. Çünkü hikayesini dinleyecek nadide bir yürekle, hayırlı bir yolculuğa çıktı kendisi...

Tek bir ricası var senden sevgili okuyucu, benim için dua eder misin? 

Rabbim yuva kuracak herkesin yâr ve yardımcısı olsun. Hayırlı işlerimizi hayırla tamamına erdirsin. Kötü niyetli, kötü fikirli, kem gözlerle bakan insanlara fırsat vermesin inşâAllah... Duam ve aminim odur ki, birbirini Allah için seven herkes, iki cihânda bir ve beraber; mesut, bahtiyâr, sefayâb ve müjdâd olsun dilerim... 

Bir maşallahınızı esirgemezseniz ayrıca bahtiyâr olurum.

 
Aşkla Kalın!


20 Ekim 2015 Salı

Yaz Dostum!

Dün. 

 Eve dönüş yolundayız. 

Haftanın ilk iş gününü kazasız belasız tamamlamanın sürûru içerisinde yol alıyoruz. 

Servis şoförü amcayla yine bir muhabbet konusu bulmuşuz. 

Diyor ki bana "Hocam, insanları anlayamıyorum çoğu zaman. Üç günlük dünyada neyin kavgasını ediyorlar? Kim, ne götürebilmiş ki bu dünyadan? Nedir bu açgözlülük?" 

 

Bu sabah. 

Yeniden karıştırıyorum Cibran'ın "Ermiş"ini. Gözüm o satırları arıyor. 

 İşte. Oradalar: 

" Bolluğu yeryüzünün armağanlarını birbirinize  alıp vermekte bulacak, hoşnut olacaksınız. Ancak sevgiyle ve müşfik bir adaletle yapılmazsa bu alışveriş, kimilerini açgözlülüğe sürükler, kimilerini de açlığa. (...) Malınızdan mülkünüzden verdiğinizde pek fazla bir şey vermiş sayılmazsınız. Gerçekten vermek kendinden (⚠) vermektir. Çünkü mal mülk, bir gün gerekeceği endişesiyle alıkoyup sakladığınız şeylerden başka nedir? Yokluk korkusu yoksunluğun bizzat kendisi değil midir? Kuyunuz suyla doluyken çekilen susuz kalma korkusu değil midir asıl giderilemez susuzluk? (...) Bir de aza sahip olup hepsini verenler vardır. Bunlar yaşama ve yaşamın cömertliğine inananlardır ki sandıkları hiç boş kalmaz." 

 

Ve bir ayet-i kerime'nin ihtarı ile büsbütün irkildi yüreğim: "Ey İnsan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni cömert Rabbine karşı seni ne aldattı?" (İnfitâr Suresi - 6. Ayet-i Kerime)


Cibran'ın söylediğinden bir ufak farkla şöyle dua etmek geliyor içimden: "Ey Rabbimiz! Bizleri, kendi lütfundan verdiğin nimetlere karşı cimrilik ederek yüz çevirenlerden değil, Senin cömertliğine inanarak sandıkları dolup taşanlardan eyle. . Amin. " 

 

Fotoğrafa gelince: 

Bilemediğim herhangi bir zamanda, insanların sahip olmak için kendini paraladığı (!) ve ismine de"para" denilen, şimdilerde antikacılarda arz-ı endâm eyleyen bu metaller objektifime poz verirken Barış Manço'nun bir şarkısıydı zihnimde çalınan: 

"Yaz Dostum! Kimse göçmez bu dünyadan mal ile..." 

*

Vakt-i şerifler hayr olsun inşâAllah. Es-Selâm!

2 Ekim 2015 Cuma

Hoşgeldin Ekim!

 

 

Bahar gelince açan çiçeklerin nasıl ki eşsiz rayihaları var, biten baharla dalından kopan yaprakların da süzülüşlerinin ve rüzgarla oynayışlarının da öyle eşsiz bir musikisi var. 

Sonbahar hazan mevsimi derler, hüzünlendirir derler. İnanmayın. "Neşv-ü nemâ bulamaz düşmeyicek hâke nebât / Mütevâzı olanı rahmet-i Rahmân büyütür." Bir tohumun yeniden dirilmesi, yeşerip büyümesi için toprağa düşmesi gerekir. Mütevâzi olup, başını yere indirince büyür Allah'ın rahmeti. 

 Mütevâzi sonbahar.. Ağaçlar, nevbaharda neşv-ü nemâ olan çeşit renkteki çiçeklerini, meyvelerini, hatta kıyafetsiz kalma pahasına yapraklarını dahi usulca iade ediyor.. Çünkü itaat ediyor kendisinden rahmet gelenin emrine... 

 Ekim ayı hoş gelsin, sefâlar getirsin. Hoşnut olmadığımız hasletlerimiz kuru yapraklar gibi dökülsün üzerimizden... Tefekkürümüz artsın, şükrümüz ziyâdeleşsin, güzelleşsin inşâAllah.

 Sevdiklerimizle nice mutlu baharlara erişmek duasıyla, es-selâm!

29 Eylül 2015 Salı

Kitap Kokusu: Su Üstüne Yazı Yazmak



Lisans eğitimim boyunca onlarca hocadan ders aldım; bir kısmını sevdim, bir kısmından hiç hazetmedim. Ama kendi bölümümden iki hocam vardır ki hâlâ hayırla yâd ederim. Ilki ve benim için en kıymetlisi Osman Tolga Arıcak'tır. 

 

Benim çocuklara olan yönelimim dolayısıyla ikinci sınıfta tanışmıştık, kendisi çocuk psikolojisi üzerine seçmeli dersler veriyordu. Benim Hollanda'ya gideceğim yıl, Radboud'ta okuyacağım dersleri seçmemde büyük yardımı dokunmuştu. Türkiye'de hâlâ birçok üniversitenin psikoloji bölümünde verilmeyen dersleri almam yönünde bana cesaret ve destek veren kendisidir, Allah râzı olsun.. Bana sürekli "Sen kesinlikle bu alanda çalışmalısın, istidatını sakın yetişkinlerle çalışarak hebâ etme" derdi. 

Canım hocam.. Nasıl nazik ve nasıl naif bir beyfendidir size anlatamam.. Hitap ederken ön-ek son-ek kullanarak "Sevgili .." ya da "... Hanımefendi" diye hitap ederdi. Daima güleryüzlü, daima sevecen, daima yol gösterici ve can-u gönülden öğretmeyi seven, idealist bir hocaydı. O kadar sevilir ve takdir edilirdi ki, üniversite akademik kadrosuna yeni katılmış olmasına rağmen ikinci yılında bölüm başkanı olarak seçildi. 


Özellikle mezun olma evresinde, kariyer belirlemedeki kafa karışıklığımı aşabilmem adına bana öyle çok destek oldu ki... Psikoloji okuyanların genel ütopyalarından biri olan "Ben klinikçi olucam" saplantısından sıyrılmamı, hem hizmet edebileceğim, hem beni en çok mutlu eden şeyi yani çocuklarla birlikte olabilmemi ve mesleğimi keyifle icra edebilmemi sağlayacak aklı veren hocalarımdan biridir. 

Kendisinin, Harvard'ta misafir eğitmen olarak ders verdiğini biliyordum en son ama şimdi prof.luğunu almış bir hoca olarak Hasan Kalyoncu Psikoloji Dep. da görev yapıyormuş. Oradaki öğrenciler pek şanslı vesselâm.. 

Gelelim ikinci isme... Psikoloji son sınıfta tanımakla müşerref kılındığım kıymetli hocam Muhyiddin Şekûr.. Üniversitemize o yıl davetli eğitmen olarak gelen Şekûr'dan bir yıl boyunca Approaches to Family Psych. yani Aile Terapisi Yaklaşımları dersi almıştım. Hoş, dersin başında sadece bir yaklaşımı derinden inceleyeceğimizi söylemişti. O da, Virginia Satir Modeli Aile Danışmanlığı yaklaşımıydı. 

 

 (Pedagoji, çocuk psikolojisi yahut aile danışmanlığı konularına ilgili olanları, bu yaklaşım modeline ayrıca göz atmalarını tavsiye ederim, Satir'in öncülüğünde geliştirilen yaklaşımlar hâlâ tüm dünyada takip edilen ve uygulanan en etkili yöntemlerden biri..) 

Resimden de anlaşıldığı üzere yeni kitabım Muhyiddin Şekûr hocamın kitabı "Su Üstüne Yazı Yazmak". Kendisini tanıma şerefine ve tasavvuf yolundaki serüvenini bizzatihi kendinden dinlemiş biri olarak şanslıyım vesselâm. Yine kendisi de Osman Tolga Hocam kadar nazik ve naif bir beyfendiydi.. Ve çok da sempatikti, o siyahi yüzünde cam gibi parıldayan gözleriyle, gülerken ışıldayan o gülümsemesiyle dimağımda hala canlıdır hatırası..

 Şimdi.. Şekûr'un kendisini tanıdığım yılda okuduğum bu kitabını yeniden okumak niyetim. Üzerinden dört yıl geçti, kişisel gelişimim adına nice yollar katettim; şimdiki benliğim, idrâkim ve şuurumla, kendi içsel yolculuğumda geldiğim noktadan yeniden okumak, mânâ arayışıma yeni bir boyut eklemek istedim.. 

Uzunca bir yazı oldu, okuyup sonunu getirebilen, yüreği iyiliklere, güzelliklere râm olmuş arkadaşlarımın, sevdiklerimin gözleri her türlü elemden ırak olsun inşâAllah. 

Varoluşumuzun mânâsını idrak edebilme yolunda her daim gayret sarfeden ve bu cihette rızkı geniş tutulanlardan olabilme duasıyla, vakt-i şerifler hâyr olsun, es selâm!

*

Bu yazı önceki instagram paylaşımlarımdan biridir. Beni instagramda takip etmek isterseniz: yenilerkendinihayat

BLOG DESIGN-Değmesin Yağlı Boya