31 Aralık 2014 Çarşamba

Sene-i Devriye Cihetinden Hasbihal



Malumunuz bugün 2014 miladi yılının son günü. Bundan tam bir yıl önce 2014 için methiyeler düzmüşüm bu yazımda. Evet, itiraf etmek gerekirse beklentilerimi karşılayacak kadar güzel bir yıl olmadı benim için 2014. Demek ki neymiş, ne kadar çok beklenti, o kadar çok hayal kırıklığı :) Bu yüzden, 2015 için aldığım en büyük kararlardan biri hayattan beklentilerimi minimuma indirgemek; dolayısıyla daha az hayal kırıklığı yaşamak ve daha fazla mutlu olmak :)

Gelelim fasülyenin faydalarına: Geçenlerde tanık olduğum bir hadiseyi paylaşmak istiyorum sizlerle. Çalıştığım kurumdaki mesai arkadaşlarım arasından çok sevdiğim değerli bir arkadaşımın ertesi gün işe gelmemesinin akabinde trafik kazası geçirdiği haberini aldım. Birbirimizin derdiyle hem hal olduğumuz, birlikte neşelenip birlikte hüzünlendiğimiz arkadaşımın önceki günün iş çıkışı, ters yöne girmiş bir aracın hızla çarpması sonucu hastahaneye kaldırıldığını duymak büyük bir şok etkisi yarattı bende.

Aynı günün iş çıkışında diğer arkadaşları organize ederek hastahaneye ziyaretine gittik. Kapıdaki görevlinin, ziyaret için tek tek girilebileceğini söylemesi dolayısıyla ilk girmek isteyen ben oldum. Yaklaşık 15 adet yatan hastanın olduğu bir müşahade odasında tek tek yatakları dolaşarak arkadaşımı bulmaya çalıştım. Tam iki tur atmış olmama rağmen kimseyi arkadaşıma benzetemediğim için odada görev yapan hemşirelerden birine isim vererek arkadaşımı sordum. O esnada arkamdan bir ses işittim. Arkadaşımın nişanlısı, arkadaşımın yattığı yatağı göstererek doğru yere geldiğime dair bir şeyler söylüyordu ancak ben o an ne söylediğini tam olarak algılayamıyordum çünkü gözlerimi yüzü tanınmakta zorlanılacak bir hal alan arkadaşımdan alamıyordum.

O şokla "E.... bu sen misin canımmım beniimm?" cümlesi fırlayıverdi ağzımdan gayri ihtiyari. Arkadaşım gerçekten büyük bir kaza atlatmış, yüzünde kazanın izleri, boynunda ve bel kemiğinde birkaç kırıkla kurtulmuştu hamdolsun. Daha düne kadar birlikte gülüp eğlendiğiniz insanı, en yakın arkadaşınızı o halde görmek inanın çok büyük bir ızdırap. Gözlerim dolu dolu birkaç cümle söylemeye çalıştım, ona moral olsun diye güzel şeylerden bahsettim ve ziyaret için bekleyen diğer arkadaşların olduğunu söyleyerek odadan çıktım. 

Odadan çıkarken zangır zangır titriyordum. Hem arkadaşımı o şekilde görmekten dolayı üzülüyordum hem de kendi şükürsüzlüğüme ve şuursuzluğuma... Arkadaşım bu kaza dolayısıyla 2 ay kalkmaksızın yatacak, işinden, iş arkadaşlarından uzak kalacaktı. Birlikte elbisesi için istişarede bulunduğumuz 1 ay sonraya tarihi alınan nişanı da haliyle iptal olacaktı... 

 Şimdi onun başına gelenleri düşününce, durup durup "Ne kadar şükürsüzüm" diyorum kendi kendime. Ne kadar gereksiz şeylere takılıp kendimi üzmüşüm bunca zaman. Bu dünyadaki en büyük nimet, sağlıkla alınan nefes imiş. Yürüyen ayaklar, tutan kollar, sağlıkla atan kalp, gören gözler ve duyan kulaklar imiş... Sağlık olmayınca geride kalanların hiçbir önemi olmuyormuş bunu gerçekten çok iyi anladım...

Dilerim, ufkunuzun aydınlanmasına vesile olur bu anlattıklarım. Sizler de sağlıkla huzurla aldığınız her nefesi, sevdiklerimizin varlığını ve verilen her türlü nimeti büyük bir servet bilerek, bu nimetlere şükrederek girersiniz yeni yıla inşallah... İş de güç de başka şeyler de yerine geliyor ancak sağlık asla geri gelmiyor... Sevdiklerinizle geçiremediğiniz zamanlar geri gelmiyor...


Sevgili 2015,

Bu yılın, kendim için, ailem için, sevdiklerim için en başta sağlıklı olmasını temenni ediyorum. Rabbimin bana verdikleri için şükrümü, vermedikleri için hamdimi ihlasla gerçekleştirebildiğim bir yıl olsun diliyorum. Bu yıl daha güzel bir Müslüman olabileyim, aileme daha hayırlı bir evlat, kardeşlerime daha iyi bir abla, arkadaşlarıma daha iyi bir dost olabileyim... Ülkem için daha iyi bir vatandaş ve evren için daha iyi bir insan olabileyim... Daha fazla okuyabileyim, okuduklarımdan azami istifade edebileyim; velhasılı ilim ile amel edebilenlerden olabileyim... Yaptığım işle daha fazla çocuğa ulaşıp onları mutlu edebileyim, daha fazla aileye ulaşarak onlara yeni ufuklar kazandırabileyim... Hayalini kurduğumuz o altın nesil inşa edilirken, o harcı karanların arasında  ben de bulanabileyim... Heybemde güzel dostlar biriktirebileyim ve güzel gönüllerden dua alabileyim... Daha fazla görmediğim şehir, ülke görebileyim, buraları fotoğraflayabileyim ve bu fotoğrafların içinde tek olmayayım :) (Yazar burada derin bir iç çekerek herşeyin hayırlısını, hayırlı olanın da gönlüne mutmain kılınmasını niyaz ediyor).


Blog serüvenimde, ilk yazımı yazdığım günden bu yana beni takip eden herkese sonsuz teşekkür ediyorum efendim.  Dilerim yeni yıl, dua ederek hayalini kurduğumuz şeylerin,  "Çok şükür oldu" sevincine dönüşeceği hayırlı bir yıl olur... (Yazar, yazısının tam da bu kısmında "Seneye görüşürüz" şeklinde bayat mı bayat bir espri yapmak istiyor)
  (  ^_^  )


Sevgiyle, muhabbetle, huzurla ve en önemlisi aşkla kalın efendim!


Not: Fotoğraflarımı instagram hesabım üzerinden paylaşıyorum. Takip etmek isteyenler için adresim: Yeniler Kendini Hayat




30 Aralık 2014 Salı

Kitap Kokusu - Süper İyi Günler ya da Christopher Bloom'un Sıradışı Hayatı



"Benim adım Christopher John Fransiz Boone. Dünya üzerindeki bütün ülkeleri biliyorum ve onların başkentlerini ve 7507e kadar bütün asal sayıları."


"The Curious Incident of the Dog in the Night Time" orjinal isminden dilimize "Süper İyi Günler ya da Christopher Bloom'un Sıradışı Hayatı" olarak çevrilmiş çok hoş bir kitaptan bahsetmek istiyorum bugün sizlere.

Kitap, Mark Haddon tarafından, Otizm belirtileri gösteren 15 yaşındaki bir çocuğun kendi ağzından kaleme alınarak yazılmış. Okurken rahatlıkla farkediliyor ki, kitap Otizm Bozukluğu yaşayan çocuklarla hemhal olmuş bir uzmanın kaleminden çıkmış. Otizmli çocukların perspektifinden bakabilmek, onları anlayabilmek ve onların dilinden konuşabilmek her yiğidin harcı değildir. Kendisi takdire şayan bir iş çıkarmış gerçekten! Zaten bizim takdirimize de ihtiyacı yok yazarımız Haddon'un, zira kendisinin bu kitabı İngiltere'de yayınlandığı günden beri satış rekorları kırmış ve tam 15 farklı dile çevrilerek 32 ayrı ülkede yayınlanmış. Bunlarla da kalmamış Whitbread 2003 Yılın Romanı ve Yılın Kitabı ödülüne de layık görülmüş.

Bana sorarsanız bu kitabın en güzel tarafı, otizm bozukluğu gösteren bir çocuğun çevresinde olup bitenleri nasıl algıladığını en masum ve en net bir biçimde okuyucuya aktarabilmeyi başarıyor olması.  Mutfaktaki masa ve sandalyelerin bile yerlerinin değiştirilmesine tahammül edemeyen, farklı yemekler birbirlerine karışınca yemeyi reddeden, bizler gibi duygusal çıkarımlarda bulunamayan ve duygusal tepkiler veremeyen ve insanlarla alışılagelmişin dışında yöntemlerle iletişim kuran bu çocukların nasıl hissettiklerini, nasıl algıladıklarını ve etrafında cereyan eden olaylardan nasıl etkilendiklerini ve elbette onların ailelerinin de neler hissettiğini anlayabilmek isteyenler için bu kitap "Mutlaka Okunulması Gerekenler" listesinde yer alması gerekenlerden. 

Kitabı o kadar büyük bir keyif alarak okudum ki sinemada izleyebilirim dediklerimin arasına ismini kaydettim bile! Bilenler bilir, okuduğum kitabın filmini izlemeyi sevmeyen ve tavsiye etmeyen biriyim ben. Ancak bir gün bu film beyaz perdeye aktarılırsa, ilk gösteriminde izleyenlerden biri de ben olurum! 

Sinema demişken, ufak bir gönderme yaparak yazıma son vermek istiyorum: My Name Is Khan (Bollywood Sineması'nın klasiklerinden biri olan bu filmi henüz izlemediyseniz, yazdığım yazıyı okumak için buraya tıklayabilirsiniz), Rain Man, Temple Grandin ve I Am Sam filmleri Otizm Bozukluğunu konu edinen filmlerdir. Meraklısı olanlar için belirteyim istedim :)

Ve bizim Christopher Bloom'un kendi sözleriyle sonlandıralım yazımızı:

"Bence asal sayılar hayata benzer. Mantığa çok uygundurlar fakat bütün ömrünüzü bu konuyu düşünmeye adasanız bile prensiplerini bir türlü çözemezsiniz."

Okuma listesine alanlara şimdiden keyifli okumalar. Kitaba puanım 8/10.

Aşkla kalın!

12 Aralık 2014 Cuma

İki Aktris, İki Sinema Filmi

Adına Noel denilen, Hz. İsa (a.s)nın doğumun kutlandığı Hristiyan Bayramı yaklaşıyor. "Noel Kutlayan Müslümanın Hazin Dramı" başlığı altında yeni bir polemik daha kaleme alabilirdim ancak yoğun geçen haftam ve bugünün cuma olması dolayısıyla konuyu derleyip toplayıp bitireceğim inşallah :)

Dün akşam, sevgili blogger arkadaşım Seyhan'ın yazısından sonra izlemediğim bir Julia Roberts filmini izleme imkanı buldum ve böyle bir post hazırlamaya karar verdim. Asıl isteğim, haftasonu film önerisi arayanlara yardımcı olmak ama alttan alta başka bir fikri daha empoze edeceğim sizlere -ki onu bulabilmek için de yazıyı sonuna kadar okumanız gerekecek :)

İlk önerimizle başlayalım öyleyse:

Julia Roberts, hani "Pretty Woman" daki performansıyla ve sonrasındaki birçok başarılı yapımda aldığı rollerle izleyecilerin gönül tahtına oturmuş, güzel gülüşlü sempatik hatun. Sevmediğim bir filmi var mı diye düşündüm de bir an için, ıı-ıhh! Julia Roberts varsa her türlü gideri vardır o filmin :)
 
Türkçe'ye "Omuz Omuza" şeklinde çevrilmiş olan Stepmom, başrollerini Julia Roberts, Susan Sarandon ve Ed Harris 'in paylaştığı 1998 yapımı Hollywood filmini blogger arkadaşım Seyhan'ın tavsiyesi üzerine dün gece izlemiş oldum. Bu filmi nasıl olmuş da atlamışım bilemedim. Aile olmaya, anneliğe ve hayatın içinde gözden kaçırdığımız birçok şeye dair, samimi ve sımsıcacık bir film. Hem gülümseten hem de hüzünlendiren filmleri ve 90'ların sinema ruhunu seviyorsanız, eminim bu filmi de severek izlersiniz.


Hollywood aktristleri içerisinde "O varsa izlenir" diyebileceğim bir diğer isim de Sandra Bullock' tur. En az Julia Roberts kadar severim bu hatunu da. İzlediğim her filmi güzeldi gerçekten. Hatta çok çok eski bir yapım olan "Love Potion #9u bile, sığ senaryosuna rağmen gülmekten yanaklarım acıyasıya keyif alarak izlemiştim. Bazen çok sağlam bir senaryo onu taşıyamayacak oyunculara verilerek heba edilebilir. Bazen de "Bundan iş çıkmaz!" denilen bir senaryo, güçlü bir oyuncu kadrosuyla efsane olabilir. Ve Sandra Bullock da her türlü senaryonun üstesinden gelebilecek kadar iyi bir isim bana kalırsa.

Sandra Bullock denilince birçok kişinin aklına, Keanu Reeves ile başrolü paylaştığı  "Göl Evi ( Lake House)"  isimli 2006 yılı film gelir. 2009 yılında ise, "Teklif (Propousal)"   ve  "Kör Nokta (The Blind  Side)" isimli iki güzel yapımda yer alarak göz alıcı performansından çok da birşey kaybetmediğini izleyicilerine göstermiştir.

Bu üç film de dahil olmak üzere,  benim için en güzel Sandra Bullock filminin hangisi olduğunu sorarsanız, hiç düşünmeden size vereceğim cevap "Sen Uyurken (While You Were Sleeping)".



 Sandra Bullock ile birlikte başrollerini Peter Gallagher ve Bill Pullman (-ki ilk defa film sayesinde sarışın birinden bu kadar çok hoşlanmıştım, normalde sarışın, renkli gözlü tipleri itici bulan biriyim.) paylaştığı 1995 yapımı bu film, "Romantik Komedi" türünün en iyi temsilcilerinden biridir bana kalırsa. Her defasında sıkılmadan izleyebildiğim ender romantik komedilerden biridir benim için.

Bu filmi öylesine izlemek yerine özellikle izlemenizi isterim. Hani içimizde, kıyıda köşede kalan umut parçacıkları var ya, işte bu film onları derleyip toplayıp bize yeniden mutluluk adına ümitvar olmamız gerektiğini hatırlatıyor...

Alın içeceğinizi elinize ve bu filmle keyfini çıkarın soğuk bir kış akşamının. İzledikten uzun zaman sonra bile hatırlarken mutlu olabileceğiniz türden güzel bir film "Sen Uyurken".

Gelelim yazarın sonuna kadar okuyanlara verdiği söze :)

Her iki filmi de izleyen ve izleyecek olanların farkedeceği şey filmin belli bir kısmının Hollywood'ta sıkça rastladığımız Noel kutlamasına yer verilmesi. Ailece bir araya gelmeler, hediye vermeler vs. Hani şimdi değinmeyeyim diyorum ama etraftaki Noel hazırlıklarını görünce bazen, çoğunluğun müslüman olduğu bir ülkede yaşadığımı unutur gibi oluyorum. Yani ben bir Hristiyan olsam ve Türkiye'ye ziyarete gelsem, sadece alışveriş merkezlerini gezerek bu ülkede yaşayan çoğunluğun Hristiyan olduğunu düşünürdüm. Bu biraz da şey gibi aslında.. Hmm nasıl anlatmalı? Buldum! Kurban Bayramı'na denk gelen bir zaman diliminde ilk kez gittiğiniz bir ülkede insanların kurbanlık hayvanlar aldığını ve günü gelince de tekbirler eşliğinde kurban kestiklerine şahit olmak gibi birşey. Yani Kurban kesmek İslamiyet'e özgü bir ritüel ise, bunu yapmanız sizin Müslüman olduğunuza delalet eder. Aynı mantıkla, Noel zamanı, Noel için hazırlık yapıyor ve kutluyorsanız da bu sizin... Burada "Vayy efendim, Noel kutlamak illa Hristiyanlığı kabul etmek midir!" diye serzenişte bulunan ve beni geleneksel ya da örümcek kafalı bulanlar olabilir ama olsun ne farkeder, nasılsa onlar da başka birileri tarafından Hristiyanlığa özenen zavallı Müslümanlar olarak görünüyor, ne fark var ki aramızda öyle değil mi? :)


Türk senaristlere sesleniyorum: Ailece geçirilen bir bayram gününü de alsınlar senaryolarına. Elin Hristiyanı gözüme gözüme sokarken kendi Kristmıslarını, ben de izlemek istiyorum bayram sevinci yaşayan mutlu aile tablosunun yer aldığı filmleri :)

Aşkla kalın efendim...



10 Aralık 2014 Çarşamba

Kitap Kokusu - Distopya Okumaları I - Biz

Geçtiğimiz aylarda okuyup, yorumunu burada paylaşmış olduğum "Sineklerin Tanrısı" nın üzerimdeki tesiri öylesine kuvvetliydi ki, kitabı bitirdikten sonra, karşı ütopyalarla ilgili derin bir araştırma içerinde bulmuştum kendimi. Kendimce okunması gerektiğini düşündüğüm temel distopyaları tespit ederek, internette yer alan tavsiyeleri de göz önüne alacak bir okuma listesi yapmıştım.

"Distopya Okumaları" başlığında yazdığım yazıları okuyacaklar için altını çizmek istediğim bir husus var. Gündelik hayatın sıradan konularını okumaya alışık olan bir okuyucuysanız, bu tür kitaplar size bir miktar ağır gelebilir. Bu tür kitaplar içinde olağan kurgular, entrikalar ve dram/romantizm barındırmadığı için okurken kolayca sıkılabilir, kitabın sonunu getiremeyebilirsiniz. Velhasılı okunması da sindirilmesi de zordur bu kitapları. Neden mi? Çünkü sizin toplumsal meselelere bakış açınızı kökten değiştirir, bazen var olan düzeni sorgulatır, bazense anlatılan şeylere bir hayli kafa yormaktan dolayı sinirlerinizi yıpratır.


Bu kısmı da hallettiğimize göre gelelim asıl mevzumuza:
 İnstagramdan takip eden arkadaşların da hemen hatırlayacağı üzere, distopya okumalarıma ilk önce Yevgeni Zamyatin'in "Biz" adlı romanı ile başladım. Açıkça söylemek gerekirse, "Sineklerin Tanrısı" nı okuduktan sonra distopyalara Zamyatin'le devam etmek bana öncesinde biraz ağır geldi. En başlarda epey zorlandım, kitaba adapte olmam kitabın neredeyse 1/3üne tekabül etti diyebilirim.

Peki okuduktan sonraki netice nedir diye sorarsanız, muhakkak benim yaptığım gibi yapıp distopya okumalarınızın en başına Zamyatin'in "Biz"i yerleştirin derin.  Zira 1984, Cesur Yeni Dünya ve dahasının ana esin kaynağının bu kitap olduğunu göreceksiniz. 

Kendisinden sonra George Orwell, Aldous Huxley, Rad Bradbury ve Kurt Vonnegut gibi isimleri ana esin kaynağıdır "Biz" ancak içlerinde bu esinlenmeyi inkar etmeden gururla savunan sadece George Orwell ve Kurt Vonnegut olmuştur. Kurt Vonnegut bir söyleşide, 'Otomatik Piyano'yu yazarken olay örgüsünü gururla Aldous Huxley'in 'Cesur Yeni Dünya'sından ödünç aldım, o da zaten gururla Yevgeni Zamyatin'in 'Biz' inden ödünç almıştı." demiştir. Aslında bu ilhamı farkeden ilk kişi Vonnegut değildir zira George Orwell, Aldous Huxley için "Biz"den etkilenerek "Cesur Yeni Dünya"yı yazmış olacağı yönünde bir iddiada bulunsa da, A. Huxley bunu reddederek, kitabı yazarken Zamyatin'in "Biz" adlı kitabından haberdar olmadığını belirtmiştir.

Zamyatin'in "Biz" romanını okuyup da diğer yazarların bu romandan etkilendiğini inkar etmek abesle iştigal olur. Özellikle 1984'ün içlerinde 'Biz' e en benzer roman olduğunu söyleyebilirim. Zaten George Orwell da, kendi kitabı 1984 yayınlanmadan tam 3 yıl önce yani 1946'da  Tribune adlı bir dergide yayınlanan  "Biz" romanı ile ilgili  inceleme yazısında, Zamyatin'in romanında insanların cam mekanlarda yaşamasını televizyonun icatından önce yazılmasına bağlar ve sıra kendi romanını yazmaya gelince de, bu noktayı hem ses hem de görüntü kaydeden tele-ekran kurgusuyla ekler romanına.

Peki ne anlatmış Zamyatin, bir de ona değinelim:  Genel olarak romanın kurgusu, 26. yüzyılda geçiyor. Gelişen toplumun ve ilerleyen bilimin aksine; nsanın, doğadan ve kendi benliğinden koparıldığı, kendilik bilincinden sıyrılarak "Biz" haline getirilerek, toplumun sıradan bir parçası halini alışı anlatılıyor romanda. İnsanlara isimleri yerine son derece gelişmiş olan matematikten yararlanılarak birer sayı veriliyor ve böyle tanımlanıyor. Bu insanlar tamamen saydam cam duvarlar arasında yaşıyor ve her anları sistem tarafından kontrol ediliyor ve sadece çiftleşmek istediklerinde yaşadıkları cam duvarlardaki perdeleri çekmelerine müsade ediliyor. Konu itibariyle oldukça ilgi çekici öyle değil mi?

Zamyatin'in İthaki Yayınları tarafından edebiyat dünyasına kazandırılan bu unutulmaz romanın Rusça aslından Türkçe'ye ilk kez çevirilmiş olduğunu ve muhakkak okunması gereken 1001 kitap listesi arasında yer aldığını da belirterek Zamyatin-vari bir şekilde bitirelim bu postu: 

"Ben yürümenin, marş adımı atmanın ötesine geçip uçabilenler için yazdım."



Kitaplarla ilgili yorumlarımı sıcağı sıcağına instagramdan paylaşıyorum. Oranın güzelliği ivedi paylaşımlar yapabilmek. Okumak isteyenler ya da henüz ne okumak istediğine karar verememiş olanlar için aydınlatıcı olur düşüncesiyle başladığım ve bitirdiğim her kitap için bir paylaşımda bulunmaya gayret sarfediyorum. İnstagramdan paylaşmış olduklarımı siz de takip etmek isterseniz, hesabım Yeniler Kendini Hayat

Okuma listesine 'Biz' i alacaklara şimdiden keyifli okumalar diliyorum.

Aşkla kalın!

4 Aralık 2014 Perşembe

Eski Köye Yeni Adet...

Nerden estiyse esti, bir anda bu yazıyı yazasım geldi. Aslında bu konu, nicedir yazmayı planladığım ama yeterince motive olamadığım için sürekli ertelediklerimdendi. Madem böylesine kuvvetli bir istek geldi yazmak için, bir bir dökeyim eteklerimdeki taşları...

İnternette dolaşırken bir arkadaşın paylaşımı dolayısıyla baby shower adı verilen partiler ilişti gözüme. Bilmeyeniniz, duymayanınız kalmamıştır diye umuyorum ama handiyse belki aksi mümkün olabilir babında yine de genel hatlarıyla bahsetmek istiyorum.

Baby shower denilen partiler, annenin doğumundan bir müddet önce planlanan, oldukça masraflı, fevkalade gösterişli ve bana kalırsa tüketim çılgınlığının nirvanaya ulaştığı "eski köyün yeni adeti". 

Neymiş, ne değilmiş diye biraz araştırdım şu baby shower meselesini. Baby Shower tamlamasında yer alan "shower" (türkçe duş anlamına geliyor) kelimesi, doğacak olan bebeğin ihtiyacı olan malzemelerin anne adayının açtığı şemsiyenin üstünden dökülmesi dolayısıyla kullanılıyormuş. Menşei Amerika olan böyle bir adetin, bizim Türkiye'mizde içeriği ve yapılış niyeti değiştirilmiş yani daha direkt söylemek gerekirse yozlaştırılmış versiyonuyla uygulandığına inanın hiç şaşırmadım!

Okuduklarıma göre Amerikalılar bu partiyi sadece ilk çocukları için yapıyorlarmış ve sadece kadın kadına kutluyorlarmış. Biz Türkler de her doğurdukları için yapıyor ve eşini, dostunu, konusunu komşusunu, herkesi çağırıyor. Neden? O gösterişi görmeyen kalmasın çünkü. Belki de milyarlarca para harcanarak yapılan bu göz alıcı (!) partiyi görmezlerse, nereden bilebilir insanlar sizin ne kadar zengin ve bir o kadar da zevkli olduğunuzu?

Özellikle Avrupa'da, vaftiz törenine bir alternatif olarak ortaya çıkan bu uygulamanın, muhafazakar camia tarafından benimsenmesi ve uygulanması da ayrı bir yazı konusu olmalı. İsrafın haram olduğu, kalbinde zerre kadar kibir bulunanın cennete giremeyeceği, "Komşusu açken tok yatan bizden değildir", "Kim bir kavme benzerse onlardandır" şeklinde beyanat veren bir dinin mensubu olan arkadaş, hangi zekanın ürünü bu senin buram buram gösteriş, israf ve ahlak erozyonu kokan davranışların?

Konuşmaya gelince hepimizin maşallahı var, yok elin Avrupalısı şöyle ileride, şöyle medeni diye. Tamam kabul, ben de biliyorum birçok anlamda bizlerden ileri seviyede olduklarını. Tam bir yıl içlerinde yaşadım, toplamda beş tane Avrupa ülkesi gezdim. Ama orada gördüğüm ve öğrendiğim en önemli şeylerden biri, Avrupalı'ların kendi gibi olmak hususunda istikrarlı davrandıklarıydı. Bunu konu açıldığında hep dile getiriyorum, burada da söyleyeyim:  
Biz Türkler tam bir gösteriş budalasıyız!
(Yazar burada derin bir ohh! çekerek rahatlıyor).

Kişi Başına Düşen Gayri Safi Yurtiçi Hasıla sıralamasında 62. sırada yer alıyoruz ama ne hikmetse bu listede 9. sırada yer alan Hollanda vatandaşı benim ülke vatandaşımdan çok daha mütevazi ve sade bir yaşam sürüyor. Oradaki insanların giydiklerini, ülkemin kokoş hanımefendileri görse eminim ki burun kıvırırlar. İlla bilmem ne markası olsun derler. Neden? Çünkü arkadaşı ya da komşusundan geri kalır, kendisini değersiz hisseder diye boğazından kısar gider borçla da olsa üzerine o marka kıyafeti ne yapar eder alır ve giyer. Benim gördüğüm ve gözlemlediğim genelde bu arkadaşlar. Tabii ki kaliteli ürün almak hakkımız. Hatta mantıklısı da budur. Kaliteli malı daha uzun süre kullanacağımız için birkaç kuruş fazla olsun, hemen eskimesin diyerek alırız. Ama sırf ismi var diye de, kaliteden yoksun bir markaya haketmeyen paralar vermek ne kadar doğru bilmiyorum... Bilmem gerçek mi ama şu Mango denilen markanın, İspanya'da paçavra hükmünde olduğunu duymuştum.. Örnekler çoğaltılabilir...Demem o ki, eğer Avrupa'ya özeneceksek ya da illa bir ülkeye özeneceksek onların yaptığı güzel şeylere özenelim. Mesela kişi başına düşen kitap sayısına özenelim.
(Yazar eteğindeki taşların yarısını döktü, ama henüz rahatlamış hissetmiyor kendisini).

Tabii bir de bunun doğumdan sonra uygulananları var. Doğum günü partilerinden bahsediyorum. Doğum günü kutlamak bile bizim adetlerimizde yer alan bir uygulama değil ama bizim 90lardan beri hemen birçok kişi tarafından uygulanan bir kutlama biçimi. Ama 2000lerden sonra insanlar sanki bu işi abartmaya başladılar gibi geliyor bana. Doğum günü partilerini görüyorum da... Aman Yarabbi! O ne şaşa, o ne abartıdır... Su şişelerine, yiyeceklere oraya buraya özel etiketler, bilmem kaç liralık butik pastalar, envai çeşit yemekler, hediyeler... Seçilen temaya göre süslemeler, kıyafetler... Allah için söyler misiniz, tüm bunlar gösteriş değil de nedir? Niye daha mütevazi, daha aile çapında kutlanan doğum günleri yerine, sahip olduğumuz -ya da sahibiymişiz gibi gösterdiğimiz lüksü birilerinin gözünün içine içine sokmaya çalışan türden kutlamalar yapmaya bu kadar meraklıyız? Sanırım bunun altında yatan mekanizma insanların kendi içlerinde bastıramadıkları aşağılık kompleksi.
(Bu kısmı yazarın tamamen kişisel yorumu)

Üniversite son sınıfta almış olduğum derslerden biri olan "Personality" de, Psikolojinin bilinen tarihinden günümüze kadar yer alan tüm kuramları işlemiştik. O dönem, Bireysel Psikoloji'nin babası Alfred Adler'in öne sürdüğü "Aşağılık Kompleksi" olarak bilinen (Inferiority Complex) kavramı, kişinin kendinde hissettiği yetersizliği çevresine kendini ispat etme, kanıtlama, beğendirme çabasıdır bir kuramdır. Adler'e göre, aşağılık kompleksi yaşayan insanlar hissettikleri bu ezici duyguyla mücadele etmek yerine, başka özelliklerini öne çıkararak diğer insanlar üzerinde tahakkümperver bir tavır sergilerler.
(Yazar bu konuyu da başka bir postta ele almaya karar verdi.)

Velhasılı; eviyle, eşiyle, maddi durumuyla ve çevresiyle tatmin olamayan bireylerin, kendi içlerinde hissettikleri bu yetersizlik duygusunun onlara yaşattığı aşağılık kompleksi nedeniyle, çok daha farklı şeyleri -çoğu zaman abartarak- başkalarına ispat etmeye çalıştıklarını söylemeye çalışıyorum. Ve tüm şu şaşalı partileri yapanların da bu kuram için birer vaka analizi olabileceğini düşünüyorum.

Şayet yazımı sonuna kadar okuduysanız, yazımın asıl bombasını sona sakladığımı mutlulukla belirtmek isterim :)

Hani şu milyarlar harcayarak doğum günü partileri yaptığınız, her istediğini anında önüne serdiğiniz evlatlarınız var ya, onlar geleceğin en mutsuz, en bencil ve en sorumsuz insanları olacak. Hayatında zorluk yaşamamış, mücadele nedir bilmemiş, bir şeyi kendi emeğinin karşılığı olarak kazanmamış birinin bu hayata olumlu anlamda ne katacağını merak etmekteyim.... Doğum günü teması olarak prensler, prensesler seçen anne babalar, emin olun hayat hiçbir şeyi çocuklarınızın önüne altın tepside sunmayacak. Belki sahibi olduğunuz mülk ile onlara maddi anlamda bir gelecek inşa edebilirsiniz ancak kendine yetmek, var olanla yetinmek, küçük şeylerden mutlu olmak ve çevresini mutlu etmek gibi şeyleri onlara veremezsiniz. Sizin çocuklarınız, etrafından prens, prenses muamelesi görmeyi bekleyen, göremediğinde de büyük hayalkırıklıkları ve büyük öfkeleri olan geleceğin yetişkin insanları olacak...
(Yazar burada fazla beylik laflar ettiğini düşünüp hafif bir geri adım atıyor).

Neyse efendim... Artık bu yazarı tanıdınız, kısa kesmek gibi bir tuşu yok ki o tuşu devreye sokabilesiniz :)

Yazardan ufak bir not:  Konuyla ilgilli fikirlerinizi paylaşmanız benim için büyük bir mutluluk olacaktır efendim. Aynı ya da karşıt fikirde olan herkesi bu konu üzerinde düşünmeye ve fikirlerini burada paylaşmaya nacizane davet ediyorum. 

Kucak dolusu sevgiler...

Fotoğraf, geçtiğimiz haftasonu Kadıköy'de gezerken, yol üzerinde gördüğümüz bir mağazanın vitrininden çekildi. Vintage olan herşey ilgimi zaten yeterince çekiyor ama bu vitrin nedense çocukluğumun güzel hatıralarını anımsattı bana...


2 Aralık 2014 Salı

Kitap Kokusu - Beni Bulun



Hikayenin kurgudan ibaret olduğunu bildiğim bir kitap hakkında yazmak meğer ne kolaymış. Bir kitabı okuyup da, içinde yazılmış olanların, yazarın kafasında tasarladığı bir hikayeden ibaret olmasını dilemek ne demekmiş, bu kitapla daha iyi anladım. Okurken hem çok zorlandım, hem de bir an olsun bırakamadım. Okuduklarımın gerçek ve aynı dünyada yaşadığım bir kadının başına gelmiş olabileceğini düşünmek insan psikolojisini harap ediyor gerçekten.




"Beni Bulun", 2002 yılında Ariel Castro adında bir okul servis şoförü tarafından kaçırılarak 11 yıl boyunca taciz, tecavüz ve işkenceye maruz bırakılan Michelle Knight'ın kendi kaleminden olayları okuyucularına aktardığı romanının adı. 11 yıl boyunca, sadece korku filmlerinde görmeye alışık olduğumuz şeylerin birilerinin başına geldiğini görmek insanı dehşete sürüklüyor. Keşke yaşadıklarını anlattıkları şeyler hiç gerçekleşmemiş olsaydı diye içimden yüzlerce kez geçirdim ancak bilinen bir gerçek var ki, dünya üzerinde binlerce kadın Michelle Knight'ın yaşadıklarını yaşıyor.


Aslına bakılırsa, Michelle Knight'ın başına gelenler sadece kendi yaşadıklarından ibaret değil. 2003 yılında Amanda Berry, 2004 yılındaysa Gina Dejesus'u da aynı şekilde kaçırarak tutsak eden Ariel Castro, Michelle Knight'a yaptığı aynı taciz, tecavüz ve işkenceleri bu iki kadına da uyguladı. Defalarca hamile kalıp, bu cani adam tarafından düşük yapılmaya zorlanıldı. Bir insanın, insan gibi yaşaması için ne gerekiyorsa hepsinden mahrum bırakıldı. Ve içlerinden biri, böylesine rezil bir koşulda anne olmaya zorlandı. Tutsak edilmiş 3 kadın ve böylesi rezil bir dünyaya ve böylesi aşağılık bir babaya sahip olarak hayata merhaba diyen bir bebek... Düşünebiliyor musunuz?

Yaşanan tüm olayların Michelle Knight'ın kendisi tarafından anlatılıyor olması, olayların yaşandığı eve ve kendine ait resimlerin bulunması kitabı gerçekten eşsiz kılıyor. Biyografi okurken en çok zevk aldığım nokta budur. Okuduğumu zihnimde canlandırmamı sağlayacak gerçek kanıtlar! İnanın bunların yaşandığı evi zihnimde canlandırdıktan ve sonrasında canlandırdığım şeylerin gerçek hallerini kitaba eklenen resimler içinde gördükten sonra aslında Michelle Knight'ın ve diğer 2 kadının yaşadığı travmayı biraz daha iyi idrak edebildim.

Amanda-Gina-Michelle
  Kitabı okuduktan sonra böylesi bir hadiseden neden hiç haberim olmadı diye hayıflandım ve bahsi geçen olayı araştırmaya başladım. Michelle Knight ve diğer ikisi... Bu 3 kadına hayatları boyunca unutamayacakları ve izleri hiçbir zaman silinmeyecek bir geçmiş bırakan o boynu koparılası Ariel Castro denilen adi ruh hastası herifi... Adamın ahvali ile ilgili bilgiyi burada vermek istemiyorum. Kitapla ilgili çok detay vermeyi sevmediğim için bu yazıyı da bu şekilde bitirmek en doğrusu sanırım. Dediğim gibi, ilk defa bir kitabı analiz ederken zorlandığımı hissettim... 

 
Okuduklarım keşke kurgudan ibaret olsaydı diyorum her aklıma geldiğinde ama biliyorum ki böyle değil. Mahremiyet eğitimi, dış dünyayla kuracakları iletişimin niteliği ve niceliği konusunda çocuklarını özenle eğitmeleri ve bu tür istismar meselelerine karşı daha bilinçli olmaları yönünde ailelere ciddi bir ikaz niteliği taşıyan bu kitabı belki de en başta aileler okumalı. "Bizim başımıza gelmez" sanrıları sizi yanıltmasın lütfen, inanın öyle bir devirdeyiz ki kimin ruh sağlığı yerinde kimin değil ayırt edemiyorsunuz. Tecrübeyle de sabittir ki -güya yüksek bilmem ne ünvanı almış birileri kafasında kurduğu hülyaya saplantılı bir şekilde inanmış, kişilik bozukluğu sergileyen bir ruh hastası haline gelebiliyor ve sizin hayatınızı tümden mahfebiliyor... Böylelerini topyekün Allah'a havale ediyorum. Dilerim Mevlam bizleri sapkın, ruh hastası insanların her türlü şerrinden muhafaza eyler... Ve böylelerinin cezasını da tez zamanda vererek "El-Kahhar" ismiyle her birini kahr-ü perişan eyler...



BLOG DESIGN-Değmesin Yağlı Boya