28 Mayıs 2013 Salı

Küçük Şeylerle Büyük Mutlulukları Yakalayabilmek


Yetimhanede, bir yardım kampanyasından aldığı hediyeye sevinen 6 yaşındaki bir çocuğun fotoğrafı bu.

Ne zaman ayakkabı aldığınızda bu kadar mutlu oldunuz ? Yada en son ne aldığınızda bu kadar sevindiniz ? Bazen hayatın değerini bilmek lazım...


 Hayatın değerini bilmek ve küçük şeylerden mutlu olmayı yeniden öğrenmemiz gerekiyor. "Yeniden" diyorum çünkü geçmişte, insanlığın şuan sahip olduklarımızdan çok daha azıyla yetindikleri o eski zamanlarda çok daha huzurlu ve mutlu olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum...
Gerçek mutluluk, dünyada en çok şeye sahip olmak değil, olabildiğince az şeye ihtiyaç duymaktır. Doyumsuzluk almış başını yürüyor; layığıyla hamd edemiyoruz. Birçok şeye sahip olsak da gözümüz hala sahip olamadıklarımızda. Bizim dünyaya asıl geliş gayemizden bazen çok uzaklaştığımızı düşünüyorum...
 

Dünyanın bir ucunda insanlar açlıktan ölürken, bir ucunda obezite ile savaş veriliyor. Hayatımızı çok hızlı yaşıyoruz, çok hızlı tüketiyoruz herşeyi her anı... Mutluluklarımız, sevinçlerimiz bile çok hızlı... Bugün mutlu olduğumuz şeye bir gün sonra sevinemiyoruz. Başka mutluluklar peşinden koşuyoruz, doymuyoruz. Kendimiz gibi olmaktan ölesiye uzaklaşıyoruz. Çoğu zaman maskeler ardına gizlediğimiz suretlerimizle "-miş" gibi hayatlar sürüyoruz. 


Iskaladığımız bir nokta var; hayat gerçekten çok kısa. Dünya hayatı göz açıp kapamaktan daha hızlı akıp gidiyor. Ciğerlerimize aldığımız havayı bile solumak zorundayız, hiçbir şey bize ait değil. Herşey sanki bizimle ebediyete kadar beraber olacakmışız gibi sahipleniyoruz. Oysa ne diyor Can Yücel;


Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
“O olmazsa yaşayamam.” demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin onu sevdiğinden…
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları…
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
“O benim.” diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan birşeylerin…
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, ya da pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak…


Küçük şeylerle mutlu olamıyoruz. Etrafımızda öyle güzel nimetler var ki, göremiyoruz. Mesela gözlerimiz olmasaydı, dünyayı hiç göremeseydik.. Denizi göremeseydik, bulutları... Bir çocuğun gülümseyişini... Ya da kulaklarımız duymasaydı... En sevdiğimiz insanları sessizce dinleseydik, hiç duyamasaydık onları... Bir rüzgarın, cıvıldayan bir kuşun sesini hiç duyamamak; sessiz bir dünyada yaşamak ne zor olurdu değil mi?


Öyle haberler okuyorum ki, makam mevki sahibi, nice zenginliklere gark olmuş kimseler öyle şiddetli depresyonlara giriyorlar ki, kendilerine emanet edilen cana kıyıyorlar. Bir diğer yandan, okumamış ve fakir insanların içten sevinçlerini ve mutluluklarını görüyorum... Sanırım olayın özü şu; mutlu olmak için daha fazlasını istememek, sahip olduklarımızla mutlu olmaya çalışmak... 


Mutluluğu bir nesneye ya da bir canlıya yüklemek; on(lar)a sahip olacağını sanmak büyük gaflet. Mutlu olacağım diye bir hiçin arkasından koşup, hayatımızın en güzel yıllarını harcıyoruz yok yere... Belki bir güle erişmek uğruna nice papatyalar çiğniyoruz ayaklarımızın altında, sahip olduklarımızı bile yitiriveriyoruz amansızca ve umarsızca.

İçilen sıcak bir çorba, güzel ve içten bir tebessüm, soluduğumuz hava, gördüğümüz renklerin ve hatta çektiğimiz sıkıntıların bile bizler için bir nimet ve lütuf olduğunun farkına varalım. Gülümseyelim bu evrende bulunduğumuz noktadan kendimize :)


 Sevgilerimle.

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Cesur Yürek Gelini Alır - Dilwale Dulhania Le Jayenge


Yeni bir Bollywood filmiyle daha karşınızdayım :)

Bu yazımda, yönetmenliğini Aditya Chopranın yaptığı, 1995 yapımı "Dilwale Dulhania Le Jayenge" orjinal ismiyle, Türkçe'ye "Cesur Yürek Gelini Alır" şeklinde uyarlanan filmden biraz bahsetmek istiyorum.

1995 yılından 2005 yılına kadar Hindistan'da gösterimde kalarak rekor kıran, Bollywood Sinemasının en önemlilerinden biri olan filmin başrollerini Shahrukh Khan ve Kajol paylaşıyor.




Filmde, İngiltere'de yaşayan iki gencin hikayesi ele alınıyor. Biri zengin iş adamının oğlu Raj, diğeri ise küçük bir işletmeci olan muhafazakar bir babanın Hint geleneklerine uygun yetiştirmeye gayret gösterdiği kızı Simran.

Simran'ın babası kızının kendi yakın arkadaşlarından biriyle evlendirmek ister. Simran biçare babasının bu isteğini kabul eder ancak hayalini kurduğu beyaz atlı prensinin dışında bir yabancıyla evlenmeden önce babasından son bir ricada bulunur; Avrupa'yı görmek. 

İşte aynı ülkeden kalkıp gelen Raj ve Simran Avrupada bir gezide tanışırlar. Komik ve eğlenceli birkaç olaylar dizisinden sonra Raj ve Simran birbirlerine aşık olurlar.




Gezi bitip memleketlerine dönen gençler için sıkıntılı bir süreç başlar. Simran evlenmek zorundadır ancak Rajı tanıdıktan sonra babasının istediği adamla evlilik fikrine şiddetle karşı çıkar. Baba sinirlidir, Simran'ın Avrupa'da bir gence aşık olduğunu anlar ve aralarına mesafe koymak ister, evini barkını taşır taa uzaklara yerleşir. Buraya kadar senaryo bizim Türk Sinemalarını andırıyor değil mi :)

Fakat Raj’ın kolay kolay pes etmeye niyeti yoktur ve Simran'ın izini sürer. Ve işte filmin asıl eğlenceli ve güzel kısmı burada başlıyor :) Raj, Simran'ın babasının kendi rızasıyla evlenmelerine izin vereceğine inanmıştır ama bunu hangi yollarla başaracak dersiniz :)



Bu film ayrıca ölmeden önce izlenilmesi gereken filmler listesinde yer alıyor :) Ve bu filmin güzel yapan şeylerden biri de soundtrackleri bence, en çok sevdiklerim, "Mehdi Laga Ke Rakhna , "Tujhe Dekha To Yeh Jaana Sanam", "Mere Khwabon Mein Jo Aaye" dir ve dinlerken bile sizi neşelendirir.

İzlemeyen arkadaşlara şiddetle önerilir :)

Sevgilerimle.





26 Mayıs 2013 Pazar

Etkili Dinleme. Peki Ama Nasıl?

"Etkili Dinleme" adına sıralanabilecek çok fazla yöntem ve üzerine söylenebilecek çok fazla söz var ancak yazıma başlarken sizlere verebileceğim en büyük tavsiye; "kendin gibi olmak"tır. Doğal, içten ve samimi bir üslup sahibi olamıyorsanız, birçok şey bayağı, sıkıcı ve monoton hale bürünüyor. "Etkin Dinleme"ye dair tüm yöntemleri kullanıyor olsanız bile, eğer doğallık yoksa, gerek dinleyici gerekse konuşmacı tarafından samimi algılanmıyorsunuz.



İkinci en önemli nokta ise "Yargısız Dinleyebilmek" bence. Bir önceki yazımda da değindiğim gibi insanlar kendilerini dinleyen kulak ve anlayan yürek sahibi insanlara gereksinim duyuyorlar. İşte "Yargılamadan Dinleyebilmek" de tam olarak bu ihtiyacı karşılıyor aslında. Kendi duygu ve düşüncelerimizin gölgesinde kalmadan konuşmacının vermek istediği mesajın tamamını dinlemek ve anlamak aramızdaki bağları güçlendiriyor ve iletişimin önündeki belki de en büyük engeli kaldırmış oluyor.

Ve sonuncu önemli nokta ise konuşmacıya yönelttiğimiz soruların niteliği. "Niçin" sorusu çoğu zaman sorulan kişi tarafından eleştiri olarak algılanır. "Niçin böyle söyledin, davrandın, yaptın?" türünden sorular aslında bir nevi kişinin kendi benliğine dair algıladığı eleştiriler niteliğindedir. Haklı ya da haksız dahi olsa, bu tür sorular karşısında konuşmacı her zaman kendisini savunma ihtiyacı duyar. Bunun için "Niçin" sorusu yerine, "Ne" ve "Nasıl" soruları yöneltmek iletişim açısından daha sağlıklı diyebilirim. Mesela, "Böyle davranmana ne sebep oldu?" "Bunu yaptığın anda nasıl hissediyordun?" gibi. 



Gelelim etkin dinleyicinin özelliklerine. Etkin dinleme yönteminde, dinleyici söylenenlere zihnen adapte olmuş durumdadır, anlatılanlara ilgilidir. Konuşan kişiyle göz teması kurar. Gerçek sorunun ne olduğunu anlayana kadar yargıda bulunmadan dinler, dinlerken zihinlerinde anlatılanlara dair bir hikaye oluşur ve dile getirilemeyen esas duyguyu bulur.

Konuşma esnasında dinleyici soru yöneltiyorsa bu yargılamaktan ziyade konunun detaylarının anlaşılmasına yardımcı olmak içindir. Dinlerken vücut postürüne dikkat eder; başını yavaşça sallayarak ve hafif bir gülümsemeyle konuşmacıyı teşvik eder bir haldedir. Beden dilinin de farkındadır, mesela ayaklarını sallamaz ve elleriyle başka birşey ile uğraşmazlar.


Eğer dinleyici anladığını sandığı anda beklemeyip hemen yorup yaparsa bu konuşmacıda gerginlik oluşturabilir. Etkin dinleme sonucu karşımızdakini yargılamadan dinliyor oluşumuz kişiye öyle bir rahatlık yaşatır ki, kişi başlangıçta söylemeyi düşündüklerinden çok daha fazlasını söyler. Ve yine bu rahatlık, konuşmacıya verdiğimiz önerilere uyum sağlamasını da sağlıyor.



Eğer konuşmacı şikayet eder içerikte bir konuşma yapıyorsa ya da kendisini huzursuz eden bir konudan bahsediyorsa dinlerken yüzüne bakarak, uygun aralıklarla başımızı sallayarak "anlıyorum", "evet" gibi ilgimizin canlı olduğunu gösterecek kısa geri bildirimlerde bulunarak dinliyor olmak da aktif bir dinleyici olmamızı sağlar. Ayrıca konuşmanın içeriğine uygun sorular yöneltmek de kişiye ilgi duyduğunuzu hissettirir ve konuşmasını sürdürmek konusunda cesaretlendirir. 

       
Aklıma gelen tüm detayları neredeyse paylaştım diyebilirim :) Aslında iletişim temelde biraz dikkat ve samimiyetle çok da rahat halledilebilecek bir mesele, çok da kasıp antipatik görünmeye gerek yok. Yazımın başında söylediğim gibi, rahat ve samimi olmak çok daha önemli :) 

Daha çok dinleyip daha makul koşullarda daha mantıklı konuşmalar yapabilmek adına iki kulak ve bir ağız sahibiyiz hepimiz, diyerek yazımı sonlandırmak niyetindeyim :) 

Yazımı sabırla okuyan herkese en içten sevgilerimle,

Yarının bize güzel ve hayırlı bir hafta getirmesi dileğiyle...

24 Mayıs 2013 Cuma

“ Zannetme, Dinle !”


Her gün ona yakın çocukla - daha doğrusu ergenlik çağına giren gençlerle desek daha doğru olur- görüşüyorum. Gerek yakın çevrem, gerekse iş sahamda muhatap olduğum kitle iyi bir dinleyici olduğum kanaatindeler. Dinlemeyi seviyorum, çünkü insanlar yaren arıyorlar kendilerine. Onları dinleyecek iki kulak ve gerçekten içlerinde ne olup bittiğini anlayacak bir yüreğe ihtiyaç duyuyorlar. 


Bir insanın ağzından çıkanları işitiyor olmamız, o kişinin anlatmak istediğini anladığımız anlamına gelmiyor ne yazık ki. İletişim deyince akla gelen en önemli şeydir dinlemek.Tabii yoğun bir biçimde içinde yer aldığımız günlük aktiviteler, hayatımızda yer alan koşuşturmalar derken dinlemek üzere ya da zorunda olduğumuz birçok şeyle karşı karşıya kalıyoruz ve yoruluyoruz. 

Etkin bir dinleme, çevremizdeki insanları; arkadaşlarımızı, sevdiklerimizi, aile üyelerimizi daha iyi anlamamızı, hissettiklerini anlattıklarından öğrenmemizi ve onlarla olan ilişkilerimizi daha sağlıklı bir şekilde değerlendirmemizi sağlar. Bazen öyle zamanlar olur ki, yarım yamalak dinlediğimiz bir konuşmadan aldığımız yanlış ya da eksik mesajlar yüzünden, ya iş yerimizde ya da ev ortamımızda gereksiz can sıkıntıları yaşarız. Bazen bu can sıkıntıları ciddi motivasyon kayıplarına sebep olabiliyor. Bu yüzden, sağlıklı iletişimin en temel taşı olarak görüyorum etkili dinlemeyi.


Etkili dinlemenin önüne geçen birden çok unsur var ancak, en sık karşılaştıklarımız çarpıtma ve aşırı anlam yüklemedir. Bir başka unsur olarak da konuşma hızı sayılabilir, hızlı konuşan kişi karşısındakinin onun hızına erişememesine, anlattıklarını atlamasına ve böylelikle iletişimden uzaklaşmasına neden olabilmektedir. 

Görünürde tek bir eylem olan dinlemenin elbette değişik varyasyonları da mevcut. Dinliyor-"muş" gibi görünmek belki de en sık rastladığımız; hatta bizlerin de zaman zaman yaptığı bir dinleme türü. Dinliyor görünmesine rağmen kişinin aslında duygu ve düşüncelerinin başka bir yerde olduğu, zihnen konuşmaya adapte olamadığı dinleme biçimi yani. 

Yine birçok defa rastlayabileceğimiz bir başka dinleme türü ise, kişinin kendi konuşacakları dışında başka bir şeyle ilgilenememesi, konuşmaya zihnen adapte olamama durumudur. Bu tür dinleme hatalarına genellikle, konferanslarda ve buna benzer konuşma ortamlarında sık rastlarız. Kişi, başkası konuşurken ya kendi notlarıyla ilgilenir ya da zihninden o esnada, sıra kendisine geldiğinde ne söyleyeceğinin planını yapmaktadır.


Bir başka dinleme türü ise seçici dinleme durumudur. Bu tür dinlemede,kişi konuşanın söylediklerinden yalnızca kendi ilgi alanına giren kısımlarını dikkate alır ve dinler. Bir diğer dinleme türünde ise, kişi saplantılı bir biçimde konuşma içerisinden sadece kendi saplantılı düşüncelerine ait olan kısımlarını çıkarır ve onlara kendilerine göre anlam vererek dinler.



Savunmaya yönelik tepki geliştiren kişilikteki insanların ise en sık kullandığı dinleme biçimi ise, anlatılan birçok şeyi kendisine saldırı niteliğinde görmesi ve itiraz ederek savunma ihtiyacı duymasıdır. Tuzak kurucu dinleme biçiminde ise, kişi  karşısındakini zor duruma düşürme niyetindedir ve sürekli eksik gedik arama merakı içinde dinler konuşmacıyı. Yüzeysel dinleme biçiminde ise konuşmanın içindeki duygu ve düşünce derinliğine inmeden sadece kelimeleri algılar dinleyici.

Sağlıklı iletişimin sağlandığı "Etkili Dinleme Yöntemleri"ne ikinci postumda değinmek istiyorum. "Etkili Dinleyici Nasıl Olunur" a gelmeden  evvel "Nasıl Etkili Dinleyici Olunmaz" şeklinde bir analizle yazımı tamamlamaya gayret edeceğim :)



Öncelikle iletişimi söndüren ve örseleyen davranışlara göz atalım;

1- Yoklama yapmak; konuşmacıya kendi değer ölçülerimize yönelik sorular soruyorsak,
2- Yorumlamak; konuşmacının amaç ve davranışlarını, kendi amaç ve davranışlarımıza göre açıklamaya çalışıyorsak.
3- Önermek; konuşmacıya kendi deneyimlerimiz ve geçmişimize göre fikirler veririz.
4- Değerlendirmek; konuşmacının anlattıklarını kabul ya da reddettiğimizi belirten mesajlar vermek.

Şunları ne sıklıkla yapıyorsunuz?

- Söz kesme
- Hemen karşılık verme
- Konuşma arasında sözü toparlamaya başlama
- Konuşmanın tamamını dinlemeden sonuca ulaşmaya çalışma
- Konuşanı yargılama
- Sorunu erkenden çözmeye çalışma

Etkin olarak dinleme yap(a)mayan kişilerin karakter analizlerini yapmak gerekirse;


  1. Dinleyici  bir var – bir yok ( Aklı gezen )
  2. Duygusal dinleyici ( Duyguları aklının önünde )
  3. Duyan fakat dinlemeyen dinleyici  ( Çok bilmiş )
  4. Hayalci ( Gündüz rüya görenler )
  5. Bu benim için çok karmaşık ( Bu beni aşar )
  6. Uysal ( Utangaç , iletişime katkıda bulunmaz, soru soramaz )
  7. Tartışmacı ( Kendi inancının dışındaki her şeye itiraz eden)
  8. Hata yakalayan ( Kalite kontrolcü. Benden kaçmaz!!! )
  9. Not tutmaktan dinlemeyen ( Gayretkeş)
 
 En temel ihtiyacımız fiziksel yaşamımızı sürdürme isteğidir ve sonrasında "Anlaşılmak", "Onaylanmak" ve "Takdir Edilmek" gibi psikolojik ihtiyaçlar yer almaktadır. Çevremizdekileri dikkatle ve empati kurarak dinlemek onlara verebileceğimiz en güzel hediyedir. Böylelikle, çevremizde yer alan arkadaşlarımızın, sevdiklerimizin ve aile bireylerimizin de yaşamsal ihtiyaçlarından birini de karşılamış olmuyor muyuz?


Hepimiz isteriz anlaşılmak, onaylanmak ve takdir edilmek. Ama Stephen Covey diyor ki "Önce anlamaya çalış sonra anlaşılmaya".

Umuyorum ki dinlemeyi öğrendiğimizde hayat daha anlamlı ve daha yaşanılası bir hale bürünecek. Sadece insanları dinlemekten bahsetmiyorum elbette; tüm nebatatı, hayvanatı ve beşeriyatı dinlemek olsun derdimiz,

Hayre'l Cuma :)




18 Mayıs 2013 Cumartesi

3 Idıots

Yeni bir Bollywood filmiyle karşınızdayım yine :) Bu hafta bahsetmetmek istediğim film " 3 Idıots " 

Bollywood filmleri içerisinde en iyilerden biri, o kadar içten ve samimi ki... Tüm film boyunca birçok duyguyu yaşatan, kah güldüren, kah ağlatan, insanların bakış açılarına vurgu yapan ve hayata dair önemli dersler veren, defalarca izlememe rağmen bıkamadığım bir film benim için "3 Idıots".


2009 yapımı olan "3 Idıots",  yani  Türkçe adıyla "3 Aptal" , Hindistan'da tüm zamanların en yüksek gişe rekoru ve hasılat yapan filmi olarak sinema tarihine ismini altın harflerle yazdırmış. Baş rollerde Hindistan sinemasının prensi Aamir Khan, Kareena Kapoor, Sharman Joshi, Boman Irani ve Madhavan yer alıyor. 





Film, Hindistan'ın en iyi mühendislik okuluna gelen 3 arkadaşın tanışması ve aralarında gelişen dostluklarını ve onların hayatlarını anlatırken; eğitim sistemi ile ilgii de ciddi mesajlar vermekten geri kalmıyor. Ayrıca, tek tip insan yetiştirmeyi, duygulara köreltmeyi; düşünüp anlamaktan ziyade ezberi ve yarışı dikte eden eğitim sistemini de eleştiriyor.

Hem güldüren hem hüzünlendiren bir film 3 Idıots. Bu filmdeki dostluk o kadar samimi ve o kadar dokunaklı geldi ki bana... Birbirinden güzel müziklerini hiç söylemiyorum zaten :)





Eğer bugüne kadar hala bir Bollywood filmi izlemediyseniz, bence en güzel tercih 3 Idıots'la başlamak olacaktır. Konusu, anlatışı, detayları ve Hintliler’e özgü güzel müzik ve danslarıyla film sizi kendisine öyle bir sarıyor ki film 2 saat 40 dakika sonra bitiyor ama siz zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz bile :) Lütfen,  “uzun film sıkıcıdır” klişesini kafanızda kırın ve bu filme şans verin. Bugüne kadar izlemediğinize pişman olacağınıza eminim :)


Sonrasında ise, diğer filmleri bırakıp sadece Hint Filmlerine ilgi duymanız gibi bir sonuçla karşılaşabileceğinizi de şimdiden hatırlatır ve filmin mottosu olan "All iz vel"  i de diyerek sizlere keyifli seyirler dilerim :)


13 Mayıs 2013 Pazartesi

Fanaa

Bollywood filmleri ile ilgili yazılarıma bir yenisini daha eklemeye karar verdim. Bugün değinmek istediğim bir başka filmin adı ise "Fanaa".  Fanaa kelimesi Urdu dilinde, - Fenafillah’taki gibi - yok olmak; varlığını bir şeyle harmanlayıp ona dönüşmek gibi bir anlam taşıyor. Diğer anlamı da feda etmek demek. Filmi bitirdikten sonra anlıyorsunuz ki daha iyi bir isim konulamazmış...





"Doğru ile yanlış arasında seçim yapmak kolaydır. Asıl seçim, iki doğru ya da iki yanlış arasında yapılandır.Daha doğru ile daha az yanlış olanı seçmektir."  Film bu sözlerle başlıyor ve filmi neredeyse özetliyor diyebilirim.





–Göremiyorsun sen..
–Evet görmedin herhalde sende mi körsün..
–Allaha şükür değilim..
–Kör olan birine en son söylenecek söz bu herhalde..
–Eğer kör olsaydım böyle bir güzelliği nasıl görebilirdim?


Yönetmenliğini Kunal Kohli üstlenirken oyuncu kadrosunda Aamir Khan, Kajol , Lara Dutta, Tabu, Kiron Kher, Rishi Kapoor ve Lillete Dubey gibi isimler yer alıyor. Film içerik yönünden oldukça zengin. Dram-Romantik-Müzikal-Aksiyon türlerinin hepsini içinde barındırıyor..



Konusuna gelecek olursak; bizdeki birçok Yeşilçam filmine ilham kaynağı olan türden, güzel fakat kör bir kız olan Zooni'nin, tur rehberi Rehan'a aşık olmasıyla başlıyor bütün hikaye. Birlikte kısa süre de olsa güzel günler geçiren çiftimiz evlenme kararı alır ancak bir patlama sonucu Rehan'ın hayatını kaybettiği haberi ulaşır kendisine. Zooni tam da ameliyat olmuş, gözleri açılmıştır ancak acı gerçekle yüzleşmesi çok az zaman alır. Artık Rehan yoktur ve onu hiç görememiştir.. Böylece çiftimizin hikayesi tam da bitti denilen yerde başlamış bulunmaktadır.




Filmi henüz izlemeyen okuyucularımın varlığına istinaden içeriği bu paragrafla sonlandırmak istiyorum. Filmin içinde geçen ve not aldığım diğer bir cümle ise, Zooni'nin annesine ait olan "Sana aşık olan birine hayatını ver. onurunu, haysiyetini verirsen aşkın yok olup gider." şeklindeki nasihatıdır. Çok manalı ve derin düşünülesi bir anne öğüdü gerçekten...



Bu arada, bu filmin de sountrackleri birbirinden güzeldir ancak "Chand Sifarish" ve "Mere Haath Mein" olmak üzerre iki şarkısı benim için vazgeçilmezlerdendir. Yalnız bu şarkılardaki özün tadını alabilmeniz için filmi izlemeniz şart. Klasik Bollywood filmleri gibi uzun ancak hiç sıkılmayacağınıza inandığım bu filmi tez zamanda keyifle izlemeniz dileğiyle...

Sevgiyle kalın.




Türklerin Kitap Okuma Alışkanlığı ve Insan Beynini Etkileyen 10 Roman


Kitap okumayı sever misiniz? Ben çok severim. Benim okuma alışkanlığımın mimarı babam ve annemdir. Babam bana 5 buçuk 6 yaşlarında yazmayı ve okumayı kendi elleriyle öğretti. Sonrasında okula başlayınca da doğum günlerimde oyuncak bebek dükkanı yerine beni kitapçılara götürürdü. Her yıl bir çocuk kitabının serisinden hediye paketi yaptırırdı bana. Annem de okuldan geldiğimde bana kitap okuttururdu, o sırada da kendisi mutfakta yemek yapardı. Nice hikayeler bitirdim anneme bu şekilde... İlköğretim ve lise hayatım tam bir kitap kurdu şeklinde yaşayarak geçti. Türk ve Dünya Klasiklerinden tamamına yakınını üniversiteye başlamadan evvel bitirmiştim bile. Üniversitede harçlığımın çoğunu yine kitaplara yatırıyordum...  Daha çok alanımla ilgili kitaplara... Üniversite kütüphanemizin güzel ve kapsamlı bir kütüphanesi vardı, edebi eserleri de daha ziyade buradan okuyordum.


Ve şimdi... Artık mesleğimi yapıyorum ve maalesef öğrencilik hayatımdaki kadar bol vakit bulamıyorum kitap okumaya. Yine de her hafta bir kitap bitirmeye gayret sarfediyorum. Geçenlerde kabaca saydım; toplamda 300e yakın kitabım var kendime ait. Ve en büyük hayallerimden biri, evimde çok kapsamlı bir çalışma-ibadet odası ve koskocaman bir kütüphaneye sahip olmak...


Bugün sosyal paylaşım sitelerinden birinde okuduğum bir yazıdan esinlenerek bu konuyu seçtim.

Türkler olarak pek de okuyan bir toplum olduğumuzu söylemek zor. Bahanelerimiz çoğu zaman bitmez; "Kitaplar çok pahalı", "İşten gelince yorgunluk çöküyor", "Vakit ayıramıyorum" vs gibi bir sürü arkası gelmez bahanelerimiz var kitap okumamak için...

Öte yandan, okuduğumuz kitapların türleri de oldukça kısıtlı. Popüler kültürün önümüze sunduğu "aşk, siyaset, cinsellik" gibi ana temalar üzerinde yoğunlaşmış kitaplar ve okuyucular mevcut...

Yapılan çalışmaların istatiksel sonuçlarına göre, televizyon için ortalama 5 saat, internet için çok daha fazlasını ayıran Türk halkının kitap okumak için yılda yalnızca 6 saat ayırıyor olmasını oldukça ironik buluyorum doğrusu... Ayrıca, ekran karşısında geçirilen vakitler bizi daha yalnız ve daha asosyal bireyler haline getiriyor ne yazık ki...


Ülkemiz, kitap okuma konusunda çoğu Afrika ülkelerinin gerisinde kalmış durumda. Örneğin, Japonya’da toplumun yüzde 14′ü, Amerika’da yüzde 12′si, İngiltere ve Fransa’da yüzde 21′i düzenli kitap okurken, Türkiye’de yalnızca on binde 1 kişi kitap okuyormuş. Bir Japona bir yılda ortalama 25, bir İsviçreli 10, bir Fransız 7, bir Türk ise 10 yılda ancak 1 kitap düşüyormuş.



İşte araştırma sonuçlarının diğer çarpıcı sonuçları
  • Birleşmiş Milletlerin yaptırdığı bir araştırmaya göre, kitap için Norveçli 137, Alman 122, Belçikalı ve Avustralyalı 100 dolar, Güney Koreli 39 dolar ayırıyor. 
  • Dünya ortalaması da Türklerin ayırdığı zamandan 3 kat fazla. 
  • Dünya ortalaması 1,3 dolar iken, Türkiye’de bir kişi kitaba yılda ancak 0,45 dolar harcıyor.
  • ABD’de yılda 72 bin kitap basılırken, Rusya’da 58 bin, Japonya’da 42 bin, Fransa’da 27 bin,
  • Türkiye’de ise 7 bin kitap basılıyor. Türkiye’de dergi okuma oranı ise yüzde 4 olarak belirlendi.
  • İngiltere’de ortalama bir gazete olan günlük The Sun gazetesi Türkiye’deki gazetelerin toplam tirajı kadar satıyor.
  • Türkiye’deki gazete okurlarının yüzde 85′i yalnızca spor ve magazin sayfalarını okuyor.
  • Türkiye’de 1412 kütüphane olmasına rağmen, sadece 400′ü uluslararası kütüphane standartlarını taşıyor.
  • Kütüphanelerdeki kitap sayısı 12 milyon 221 bin 192, kütüphanelere kayıtlı üye sayısı 254 bin 7 ve satın alınan kitap sayısı ise 13 bin 862.
  • “Türkiye’nin Okuma Alışkanlığı” isimli çalışmaya göre, Türkiye’de ihtiyaç maddeleri sıralamasında kitap 235. sırada yer alıyor.
  • Türkiye’de öğrencilerin sadece yüzde 19′u, 25′ten fazla kitaba sahip

Kitap okuma alışkanlığını çocuklarımıza kazandırma yöntemleri ile ilgili başka bir yazı yazmayı planlıyorum. Bu yüzden, bu yazımda çok daha farklı bir araştırmanın sonucuna daha değinmek istiyorum.

Edebiyatın‘iyileştirici’ niteliğinden yola çıkan bir grup bilim insanı, nitelikli romanların insan beynini geliştirip keskinleştirdiğini, sosyal bağları güçlendirerek kişiliği değiştirdiğini ve ilişki kurmayı kolaylaştırdığını belirledi.
Toronto Üniversitesi öğretim üyesi psikiyatr Keith Oatley ve Ingrid Wickelgren tarafından Scientific American’da yazılan makaleye göre, roman kahramanlarıyla özdeşleşmek, hem hayal dünyasını zenginleştiriyor, hem de sosyal bağları güçlendiriyor.


Nitelikli bir roman, bu etkileriyle insan beynini de keskinleştiriyor ve insan davranışlarına ilişkin bilgiler veriyor. İki bilim insanı, insan beynini en fazla geliştiren on romanı da tespit etmişler. Listede Tolstoy’un Anna Karenina veya Virginia Woolf’un Bayan Dalloway’ın yanı sıra Muhsin Hamid’in 2007 yılında yazdığı ‘The Reluctant Fundamentalist / Gönülsüz Köktendinci’ isimli romanı da yer alıyor.

Listede yer alan romanlar şöyle;

Johann von Goethe / Genç Werther’in Acıları (1787)
Jane Austen / Aşk ve Gurur (1813)
Nathaniel Hawthorne / Kırmızı Leke 1850
Gustave Flaubert / Madam Bovary (1856)
George Eliot / Middlemarch (1870)
Leo Tolstoy / Anna Karenina (1877)
Virginia Woolf / Bayan Dalloway (1925)
Toni Morrison / Sevgili (1987)
J.M. Coetzee / Utanç (1999)
Muhsin Hamid / Gönülsüz Köktendinci (2007)



BLOG DESIGN-Değmesin Yağlı Boya