27 Mayıs 2015 Çarşamba

Mersedes Kadir



Resimde görmüş olduğunuz kişinin adı Kadir. Malatya'da ona "Mersedes Kadir" diyorlarmış. Bütün gün üstünde dolaştığı önünde Mercedes armalı sopayı Mercedes'i sanarak yaşıyor. Akli dengesi yerinde değil malumunuz. Buraya kadar tamam, öyle değil mi?

Koskoca bir şehir bu Mersedes Kadir'in hayalini her şeyiyle sahiplenmiş. Kadir trafik ışıklarında duruyor, arabasını park ediyormuş, diğer arabalar da trafikte ona yol veriyor, ona göre parkediyorlarmış. Anlayacağınız, bütün bir şehir o "Mercedes" in farkında!

 Kadir sopasını Mercedes servisine götürüyor, ustalar bütün ciddiyetleriyle arızaları anlatıyor, bir üsta sopaya teyp takıyor, diğeri aynasını, armasını falan yeniliyormuş. Sıkı durun, dahası bile var: Trafik polisleri yanlış yere park ettiğinde ya da "çok hızlı gittiğinde"  Kadir'e ceza yazıyorlar, zamanı geldiğinde muayeneye gönderiyorlarmış!

Bir gün, yine Mersedes Kadir arabası yani sopası arızalandı diye sanayiye gider. Usta daha işinin bitmediğini, yarın gelmesini söyler. Mersedes Kadir bu şekilde iki hafta boyunca gider gelir. Bir gün yine gider sanayiye ama usta işinin hala bitmediğini söyler. Mersedes Kadir çok sinirlenir ve şöyle bağırır: "Yeter artık yap şu arabayı iki haftadır eve yürüyerek gidip geliyorum"

Gülsem mi üzülsem mi Mersedes Kadir'e, bilemedim. Meczup kişiliklere karşı farklı bir hassasiyetim var. Onlarla dalga geçen, onlara zulmeden insanları kınıyorum. Ama buradaki durum farklı. Bir deli'nin sopasına göre yaşayan biz Anadolu insanının; sopayla, sapanla, satırla birbirlerini kovalayan şehirlilere nasıl dönüştüğünü düşündüm bu hadiseyi dinleyince...

Siz ne dersiniz bu işe?


Not: Hikayeyi ilk dinlediğimde bana uydurulmuş bir halk efsanesi gibi gelmişti ancak google görsellerden aratınca olayın "sahiden sahi" olduğunu görmüş oldum. Hatta şu da detaylı haberin olduğu link. Bilginize efendim ^_^



22 Mayıs 2015 Cuma

Bu Yükü Neden Taşıyorum?

Dünya hayatında her zaman, her türlü sıkıntıyla karşılaşırız. İmtihan hali, dünya hayatının doğası gereğidir. Burada bulunuş amacımız bu nihayetinde. Ancak öyle zaman olur ki, "Arkası gelmez dertlerimin, bıktım illallah!" diyesi gelir insanın. 

Geçenlerde, imtihanlarımız ve bu imtihanlarla başa çıkma yöntemlerimizi içeren bir sohbet dönüyordu arkadaşımla aramızda. Konu döndü dolaştı, özel hayatlarımıza geldi. Arkadaşım birden derin bir nefes aldı ve bana şöyle dedi: "Bak şimdi Özlem! Aslında, çok uzun zamandır kimseye anlatamadığım sıkıntılarım var." 

Siz sanıyor musunuz ki bu arkadaşım en mahrem sıkıntılarını; kara kaşım, kara gözüm için benimle paylaşıyor? Eğer psikologsanız, insanlar onların kendi problemlerini dinlemeye her zaman hazır ve nazır olduğunuzu düşünürler. Konu alalade başlamışsa ve birden ciddileşerek "Bak şimdi, aslında..." boyutuna gelmişse, anlattıklarınızı ciddiyetle dinlemenizi beklerler. Onları kızamıyorum. Çoğu zaman sadece anlatmak ve anlaşılmak istiyorlar. Anlattıklarının biri tarafından duyulduğunu, dinlendiğini ve anlaşıldığını görmek tüm insanlara iyi geliyor. Onları anlayabiliyorum çünkü ben de psikolog olmaktan öte bir insanım.

Ama psikolog olmaya gelince, madalyonun bir de unutulan öteki yüzü var. Evet bizler insanların sıkıntılarını dinliyoruz ancak problemleri çözmesi gereken bizler değiliz, problem sahibi. Psikolog sadece kişinin içinde bulunduğu süreci daha objektif değerlendirebilen; yol haritasını bilen ve o içsel seyahatiniz boyunca yolunuzu aydınlatmak için meşale tutan kişidir.

 Bilirsiniz, dertler size misafirliğe geleceğiz demezler, gelince kapınızı çalmazlar. Bir gün uyanırsınız ve hayatınızın bambaşka bir hal aldığını görürsünüz. Dertlerin her biri diğerinin yanına sıralanır, sizi de halayın başına koyar, elinize bir de mendil vererek başa döndürür dururlar. Tabii ki tam olarak böyle değil, bu işin latife kısmı. Bu problemi deneyimleyen herkes, elini nereye atsa kuruyormuş hissine kapılır. 

Birçok kimseye anlatamadığı mahrem hikayesini benimle paylaşan arkadaşımın hissettiği de tam olarak buydu. Herkesin çok mutlu olduğu (ya da öyle görünmek zorunda hissederek rol yaptığı) bir dünya hayatında, tüm insanlığın payına düşen mutsuzluk, sanki sadce onun adına tasarruf ediliyormuş hissi taşıyordu.

İnsan bu dünya hayatına "sadece mutlu olmak" için gelmediğini bilirse, hayatın her rengini kabullenir. Pembeyi seviyorsunuz diye tüm dünyanın pembeden ibaret olmasını beklemeniz aptallık olur. Siz mutlu olmayı istiyorsunuz diye mutlu olsanız, emin olun o mutluluğun hiçbir kıymeti kalmaz. Herşey aksiyle değerlidir bu dünyada. Gözyaşı olmasa sevincin kıymetini bilebilir miydik? Selamet müjdesi olmasa sabrın ne anlamı olurdu ki? 

Kabul,  neden taşıdığımızı bilmediğimiz dertleri var hepimizin. Kimse mükemmel değil, kimsenin hayatı göründüğü kadar mükemmel değil. Hasılı, sorunsuz bir hayattan da ürkmek gerek bana kalırsa. Hatalar olmasa tecrübeler de olmaz.

Neden bu derdi taşıdığını sorgulayan insanlara sıklıkla anlattığım bir hikayem var. Ve inanır mısınız, gerçek hayatta yaşanmış "tamamen gerçek" bir hikaye bu. Bahsettiğim arkadaşıma bu hikayeyi anlattığımda kalbindeki yükün bir nebze de olsa kalktığını söyledi. Doğrudur; yaşanılan tüm zor günlerin, belaların, dertlerin, sıkıntıların; her şeyin ama her şeyin bir nedeni olduğunu ve bir amaca hizmet ettiğini bilmek, insanı rahatlatır.

Gelelim hikayemize, hikaye tam olarak şöyle: 
Genç bir kadın, yamaç tırmanışı yapmaya çok heveslidir ancak uzun zamandır cesaret edememektedir. Cesaretini toplayabildiği anda bir grup tırmanışına başvurur, tırmanış vakti gelince de onlara katılır. Tırmanacakları yere vardıklarında, neredeyse duvar gibi dik, büyük ve kayalık bir yamaç karşılar kendilerini. Tüm korkularına rağmen azimli olan bu genç kadın, emniyet kemerini takar, ipi yakalar ve kayanın dik yüzüne tırmanmaya başlar. Bir süre tırmandıktan sonra, nefesleneceği bir oyuk bulur...

Orada asılı dururken, gruptan yukarıda ipi tutan kişi dalgınlığıa düşer ve ipi gevçşetir. Aniden boşalan ip, hızla genç bayanın gözüne çarpar. Neyse ki gözü çok ciddi hasar görmez. Ancak genç bayanın gözündeki lens düşmüştür. Lens çok küçüktür ve bulunması neredeyse imkansızdır.

Göz numarası yeterince yüksek olan genç kadın tamamen bulanık görmektedir. Yapabileceği tek şey dua etmektir. "Allah'ım! Sen bu anda buradaki tüm dağları görürsün. Bu dağlar üzerindeki her bir taşı ve her yaprağı bildiğin gibi, benim lensimin yerini de biliyorsun. Lütfen onu bulmama yardım et."

Tam o esnada, tırmanmak üzere dağın altındaki patikadan yürüyerek gelen yeni bir grup görünür. İçlerinden biri "Aranızda lens kaybeden var mı?" diye bağırır. Genç kadının lensi bulunmuştur. Genç kadının sonradan öğrendiğine göre, gruptakiler yürürken kayanın üzerinde parlayan ve hareket eden ufak bir şey farkedip, yakınlaşarak incelediklerinde bir karıncanın lensi taşıdığını görürler. 

Eve döndüklerindeyse bu genç kadın lensini nasıl bulduğunu babasına anlatır. Ünlü bir karikatürcü olan babası da ağzıyla lens taşıyan bir karınca resme çizer ve karıncanın üzerindeki baloncuğa şunları yazar:

"Allah'ım! Bu nesneyi neden taşıdığımı bilemiyorum. Bunu yiyemem ve neredeyse taşıyamacağım kadar ağır. Ama istediğin sadece bunu taşımamsa, senin için taşıyacağım."


 Güzel bir hikaye öyle değil mi? 

Hepimizin neden taşıdığını bilmediği dertler var hayatında. Benim de var. Böyle zamanlarda, yaşadığım her sıkıntının bir anlamı olduğunu düşünürüm. İmtihanın kendisinden ziyade, imtihana karşı sergilediğim tutumun önem arz ettiğini hatırlatırım kendime. Ve o yükü taşımamı isteyen iradeye rıza gösteririm. Çünkü hiç kimse O'ndan daha şefkatli değildir kullarına karşı. O yüzden  "Bu yükü neden taşıyorum?" demem. "Burası dünya ya hu. Burası bu kadar*" derim. Ve gönlümü sükunete eriştiren şu ayet-i kerimeyle telkin ederim:


"Hoşlanmayacağınız bir şey olur ki, o sizin için bir hayırdır. 
Ve seveceğiniz bir şey olur ki, o sizin için bir şerrdir. 
Ve (bütün bunları) Allah bilir, siz bilmezsiniz."
Bakara Suresi - 216. Ayet-i Kerime

 *

Tüm Müslüman aleminin Cum'ası mübarek olsun.

Aşkla Kalın!



*Söz, Ah Muhsin Ünlü'ye aittir.

19 Mayıs 2015 Salı

Kitap Kokusu: Martı Jonathan Livingston


Çocuk Edebiyatı kategorisinde yer alan ancak her yetişkinin okuması gerektiğine inandığım bir kitaptan bahsedeceğim bugün. Daha doğrusu bir kitap kahramanından, Martı Jonathan Livingston'dan bahsedeceğim. 

Kendisiyle birlikte uçan martılardan oldukça farklıdır Martı Jonathan, en büyük tutkusu uçmaktır. Diğerlerinin yemek bulmak için uçmak istemesine anlam verememektedir, çünkü bu onun için başlı başına bir zevk kaynağıdır. Başarılı olmak, kendi sınırlarını her seferinde biraz daha zorlamak isteyen Martı Jonathan, martılar topluluğunun kurallarına uymadığı için sürgün edilir ve bir başına bırakılır.

Amerikalı yazar Richard Bach'ın ilk kez anadilde 1994 yılında yayınlanan kitabı Martı Jonathan Livingston bir bakıma alegorik bir anlatım taşıyor bana kalırsa. Öyle sanıyorum ki yazar, Martı Jonathan'ı anlatırken, Martı Jonathan'ın özgür insanı temsil etmesini istemiş. 




Martı Jonathan'ın başına gelenler, bir insanınkiyle hemen hemen aynıdır: konulan kurallara başkaldırıp, kendi sınırlarını zorlayan, özgürlük tutkusu olan her insan gibi cezalandırılmış ve soyutlanmıştır.  

Sarp kayalıklarda sürgüne gönderilen Jonathan, orada kendi dünyasını oluşturur. Richard Bach bu dünyayı Martı Jonathan'ın "cennet"i olarak tasvirlemiştir çünkü onun cenneti, öğrenme çabası ve özgürlüğüdür. Martı Jonathan kendisi gibi düşünen birçok arkadaş bulur. Chiang bilge bir martıdır ve Martı Jonathan'ın uçma becerisini geliştirebilmesi için bildiği bütün teknikleri öğretir. Güzel dostlar edinir orada, hayatı kendi gibi algılayan öğrenciler yetiştirir ve onu sürgüne yollayanlara hikayesini anlatmak üzere geri döner...

Motivasyonunuzun düştüğü, hayallerinizin gerçekleşmesi zor gibi göründüğü, hayat enerjinizi törpüleyen insanların önünüze set kurduğunu düşündüğünüz anlarda tek solukta okunabilecek bir kitap Martı. 

Diğerleri gibi olmayı reddedip, özgürlüğüyle ve özgünlüğüyle kendi hikayesinin kahramanı olmak adına kanat çırpan herkese ilham ve cesaret verebilecek Martı Jonathan Livingston ile tanışmak isterseniz tereddütsüz okuma listenize ekleyin zira bir saatte bitirilebilecek kadar kısa ve keyifli bir öyküsü var bu özgür ruhlu martının.

Aşkla Kalın!



6 Mayıs 2015 Çarşamba

Sevgili Dost

Sevgili Dost,

Sevginin eli, Midas'ın elleri gibi dokunduğu her şeyi altına çeviriyor. Simitlerin susamlarını, balıkların pullarını, dolmakalemlerin uçlarını parlatan o el işte. O elle düğmeye dokunuyorsunuz, ışık yanıyor. O elle veda ediliyor hüzne.

Bir kilimi üzerinde sevgiliniz gezinecekmiş, bir kaşkolu çocuğunuz boynuna dolayacakmış gibi dokur, bir binayı içinde anneniz oturacakmış gibi yaparsanız, ne o kilim eskir, ne o kaşkol solar, ne o bina yıkılır.

Sevgili Dost,

Çaba istiyor sevgi. Tohum yetmiyor, çapa istiyor sevgi. O halde dinle, karların içinde çilek yetiştiren münzevinin hikayesini:

"İhtiyar bir kadın ormanda yaşayan bir münzevinin karların içinde çilek yetiştirdiğini duymuştu. Büyük kızından ormana gidip çilek getirmesini istedi. Kız ormana gitti ve annesinin isteğini münzeviye iletti.

Münzevi: 'Öyle ise önce bana bir iyilik yap. Şuradaki karları süpürüver. Kuşlara yem vereceğim' dedi. Kız oralı bile olmamıştı. Sadece çilek istediğini tekrarladı. Münzevi de ona çilek vermedi. Kız geri dönüp olanları anlatınca kadın bu defa aynı şeyi küçük kızından istedi. Münzevi ona da karları süpürmesini söyledi. Kız hemen süpürgeyi alarak işe girişti. Karları büyük bir ciddiyetle süpürmeye başladı. Çilekleri unutmuştu bile. Yalnız aç kalan kuşları düşünüyordu. Ama birdenbire karların altından çilekler çıkıverdi."



Sevgili Dost,

Beraber karları süpürmeye ne dersin? Ne dersin süpürdüğümüz karlardan, kardan adam yapmaya. Çileklerden gözleri, burnu ve dudakları olan bir kardan adam; elinde süpürgemiz.

"Elimden geleni yaparım," diyorsun demek. "İnsan ancak elinden geleni yapar ama, elinden gelenin ne olduğunu bilmek gerek."

Sevgili Dost,

Elini nabzına götür.


BLOG DESIGN-Değmesin Yağlı Boya