27 Şubat 2015 Cuma

Cimrinin Halet-i Ruhiyesi



Dünyalıktan yana nasibi cömertçe verilmiş ancak gönül fakiri bir cimri adam yaşarmış günün birinde. Öyle ki, cimriliğiyle her tarafa nam salmış, pintiliği darbımesel olmuş, dilden dile dolaşırmış. 

Günlerden bir gün bu adam camiiye gitmiş. Tam namaza başlarken aklına "Acaba evden çıkarken kandili söndürdüm mü?" diye bir kuşku gelmiş. İçini kemiren bu kuşkudan kurtulmanın tek yolu eve gidip bakmakmış. Hemen evine koşarak kapıyı çalmış ve içeriden ses veren hizmetçiye, "Sakın kapıyı açma, sözlerime kulak ver. Odada kandil yanıyorsa hemen söndür, kandilin yağı tükenmesin" diye emretmiş.

Hizmetçi şaşırmış ve "Peki, kandili söndüreyim ama kapıyı neden açmayayım?" diye sormuş. Cimri adam cevap vermiş, "Kapının tokmağı aşınmasın". Hizmetçi daha da fazla şaşırmış ve sahibinin cimriliğini kendisine hatırlatmak istercesine sormuş, "Güzel, kapıyı açmamayayım ama sen camiden eve kadar yürümekle pabuçlarının eskiyeceğini düşünmedin mi peki?"

Tabii cimri adamın cevabı hazırmış, şöyle demiş hizmetçisine, "Düşünmez olur muyum hiç! Elbette düşündüm. Buraya kadar çıplak ayakla geldim, pabuçlarım koltuğumun altında!"




Büyük mutasavvıf Mevlana bu hikayesinde cimrinin ruh halini ne güzel resmediyor. O cimri kimse, büyük bir hırs ve tamahla servetine sarılmıştır. Öyle ki, malından harcadığı az bir miktar bile ona büyük külfet gelir. Malının bitip tükeneceği endişesiyle üzerine titrer, en ufak bir harcama yapmamak için kılı kırk yaran hesaplar yapar. Kendini sıktıkça sıkar; ruhu daralır, aklı tutulur. Serveti hakkındaki endişeleri onun hem kalbini hem zihnini kuşatır. Cimri için artık dünyada tek bir hedef, tek bir ideal vardır: Ne pahasına olursa olsun servetini korumak!

Malından değil sadaka vermek, kendisi ve ailesi için harcamada bulunmak bile cimriyi sıkıntıya sokar. Ailesi için bile! Neden mi? Çünkü şeytan sahip olduklarını vermekle fakir düşeceği telkinini yapar cimriye sürekli. Bu telkinin tesiriyle malından sadaka vermektense, canından can vermek daha kolay gelir cimriye. Sürekli biriktirir, istif eder, başa döne döne hesap kitap yapar ancak yine de şeytanın kandırmasına ve nefsinin arzusuna kapılarak gereksiz ve haram yere harcar malını.

İnsanın malıyla imtihanı işte böyle çetin ve zor bir imtihandır. "De ki: 'Eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, o zaman da tükenir korkusuyla cimrilik ederdiniz. zaten insan çok cimridir."  (İsra Suresi 100. Ayet-i Kerime) Halbuki Rabbimizin fazlukereminden bizlere ihsan edilen dünyalık mallarda en başta ailemizin olmak üzere; yoksulun ve yetimin de hakkı vardır. Mülkün gerçek sahibi Allah şöyle buyuruyor: "İlmi isteyene, zenginliği kendi istediğime veririm." Malı da mülkü de dilediğine verir, dilediğinden çeker alır.

Mala mülke tutkuyla bağlı olanlar, bu mal sebebiyle kendilerini müstağni görmeye başlarlar. Karun misali servetin verdiği güç ve iktidar hazzıyla başları döner, sonsuza kadar öyle yaşayacakları hayaline kapılırlar. Ölümü akıllarına getirmeden hırsla kazanmaya ve istiflemeye devam ederler.

Cimrilik insanın tasarruf dengesini yitirip aşırıya kaçmasıdır. "İfrattan ve tefritten kaçının." şeklinde bir emir vardır dinimizde. Kuran-ı Kerim'in ifadesiyle Müslüman, ne elini boynuna bağlayarak cimrilik eder, ne de çok saçıp savurarak müsriflik eder. "Harcarken israf ve cimrilik etmez, ikisi arasında bir yol tutar." (Furkan Suresi 67. Ayet-i Kerime) Çalışıp kazanır, Rabbinin onun için nasip ettiği rızka kanaat getirir ve bu rızıktan infak eder; gönül hoşluğuyla zekat ve sadakasını verir.

Yüce Nebinin şerrinden Allah'a sığındığı cimrilik kalbin hastalıklarından biridir. Nefsi arındırmadan, kötü ahlaktan uzaklaştırılmadan cimrilik hastalığında kurtulmak mümkün değildir. Cimriliğin tek panzehiri, nefisin karşı çıkmasına rağmen verebilmektir. Tutkuyla bağlı olduğumuz malımız bizi helaka sürüklemeden önce Allah için verebilmektir. Rabbimizin Ali İmran Suresi 180. Ayet-i Kerimede de buyurduğu gibi "Allah'ın kereminden kendilerine verdiklerini infakta cimrilik gösterenler, sanmasınlar ki o kendileri için hayırlıdır; aksine bu onlar için pek kötüdür. Cimrilik ettikleri şey de kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır."

Yazımı yüce gönüllü Yunus Emre'nin sözleriyle bitirmek isterim:

Mal sahibi, mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan...

Tüm Müslüman aleminin Cuması hayr olsun efendim,

Aşkla Kalın!


26 Şubat 2015 Perşembe

Bloğunuzdaki Resimleri "Pin It" Butonu Ekleyerek Pinterest'te Paylaşın!



Blogger olmak birçok açıdan sorumluluk ister. Eğer bu işi ciddiye alıyorsanız zengin içerikten tutun da girdiğiniz yayınların zaman aralığına kadar birçok noktaya dikkat etmek zorundasınızdır. Yazılarınıza yorum yapanların belki yüzlerce katı kişi anonim olarak sitenize giriyor ve paylaşımlarınızı okuyor. Yeni takipçiler kazanmak ve var olan takipçilerin sizin yazılarınızı düzenli olarak okumasını sağlamak için dikkatli olmanız gereken birkaç önemli husus var.

Takipçi olarak sizi listesine ekleyenler yeni yayınlarınızdan zamanında haberdar olurken, diğer yandan da internette spontan araştırma yaparken bloğunuza erişenler olur. Site trafiğinizi düzenli olarak takip ediyorsanız sitenizdeki online takipçilerin hangi yayına nereden eriştiğini görürsünüz. Bu trafiği yoğunlaştırmanın  -yani daha anlaşılır bir ifadeyle daha fazla okuyucuya ulaşmanın yollarından biri- blogdaki paylaşımlarınızı daha fazla yerde paylaşmaktır. Facebook ve instagram benim aktif olarak kullandığım sosyal ağların başında geliyor. Facebook hesabımı daha çok blogdaki yazılarımı yayınladıktan sonra haberdar etmek, instagramı da anlık çektiğim fotoğraf karelerini paylaşmak için kullanıyorum.

Bloğumun tasarımını değiştirmeden önce resimleri Pinterest'te de paylaşıyordum ancak blog tasarımı kökten değişince Pinterest bağlantısı kaybolmuş oldu. Uzun bir süre farketmedim ve farkettikten sonra da üzerinde durmadım. Geçenlerde her zamanki gibi Pinterestteki dünyaya kendimi kaptırmış vaziyetteyken yeniden o ampül yandı kafamın içinde. Her gün girdiğim, resimler arasında kaybolduğum Pinterest dünyanın hemen birçok yerinden takipçisi olan koskocaman bir ağ. Resimlere bakarken, paylaşımın orjinalinin yer aldığı siteye bakma ihtiyacı duyuyor insan. Hangi sitede paylaşılmış, hakkında ne yazılmış? Yazılarınızı spontan aramalarda gözden kaçıaranlar olabilir ancak ilgi çekici bir fotoğrafla taçlandırılmış blog yazısının, sıkı bir pinterest kullanıcısının gözünden kaçmayacağı kanaatindeyim.

Öyleyse ne yapıyoruz, bloglarımıza pin it butonu ekleyerek, resimlerimizi Pinterest'te paylaşıyoruz. Paylaştığınız resimler sayesinde, bloğunuzun yeni kişiler tarafından keşfedilmiş oluyor ^_^





Bloğunuzda paylaştığınız resimleri Pinterest'te paylaşmanız için ihtiyacınız olan tek şey, bloğunuza pinterest gadgeti eklemek. Peki bunu nasıl yapacağız?

1- Bloğunuzun Kontrol Paneli kısmına girin.
2-Sol kısımda alt alta sıralanan kategorilerden Yerleşim kategorisine tıklayın
3- Ardından Gadget Ekle ye tıklayın.
4- Önünüze açılan Gadget listesini aşağıya doğru kontrol ettiğinizde HTML/Javascript kategorisini göreceksiniz. Onu tıklayarak açılan alana aşağıdaki kodu kopyalayıp yapıştırın:

<script type="text/javascript">
(function(d){
var f = d.getElementsByTagName('SCRIPT')[0], p = d.createElement('SCRIPT');
p.type = 'text/javascript';
p.setAttribute('data-pin-hover', true);
p.async = true;
p.src = '//assets.pinterest.com/js/pinit.js';
f.parentNode.insertBefore(p, f);
}(document));
</script>


Bu kodu kopyalayıp yapıştırdıktan ve bloğunuzda yaptığınız değişiklikleri kaydettikten sonra tek yapmanız gereken bloğunuzdaki yayınlarda yer alan resimlerinizin üzerinde beliren pinterest butonuna tıklamak. İşte bu kadar basit :)

Aşkla Kalın!

23 Şubat 2015 Pazartesi

Kitap Kokusu - Distopya Okumaları III - Cesur Yeni Dünya



 Önceki yazılarımı takip edenlerin hatırlayacağı üzere, karşı-ütopya okumalarına başlamama sebep olan ilk kitap, William Golding'in "Sineklerin Tanrısı" isimli kitabı olmuştu. Ardından yaptığım ufak çaplı bir araştırmayla kendimce bir distopya okuma listesi çıkardım. Bu listenin başında, distopik edebi eserlere büyük ölçüde fikir babalığı yapmış olan Zamyatin'in "Biz" isimli eseri ile başlamıştım.  Zamyatin'in "Biz" ini, George Orwell'in 1984 isimli unutulmaz eseri ve Aldous Huxley'in "Cesur Yeni Dünya"sı takip etmişti.

İtiraf etmek gerekirse, distopya okumaları, okuma listemde yer alan diğer kitaplardan daha zorlayıcı oldu benim için. Ama şuan gayet güzel bir yol katettiğimi ve bu türde azımsanmayacak bir birikim elde ettiğimi düşünüyorum. Evet, okunması zor ancak üzerinde düşünülerek okunulduğu taktirde dünya görünüşünüzün açısını genişleten, meselelere farklı boyutlardan bakabilmenizi sağlayan ve sayamayacağım birçok şeyi size kazandıran kitaplar bunlar.





"Mutluluk ve erdemin sırrıdır yapmak zorunda olduğumuz şeyi sevmek. Tüm şartlandırmaların amacı budur: insanlara, kaçınılmaz toplumsal yazgıları sevdirmek."


*


Cesur Yeni Dünya'ya hoşgeldiniz! 

Burada insanlık daha sağlıklı, teknolojik açıdan daha gelişmiştir. Savaşlar, hastalıklar ve yoksulluk yok edilmiştir. Peki bunları sağlamak nasıl mümkün olabilir? Huxley geleceğin ütopik toplumunu kurarken ilk neşterini aile kavramı üzerine atar. Ona göre, toplumdaki istikrarı ve dengeyi bozan en önemli neden ailedir. Bu yüzden, Yeni Dünya'da çocuk üretimi kadınların ellerinden alınarak devletin kendi denetimine verilir.







Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi adı verilen yerlerde, Bokanovski yöntemiyle tek yumurtadan yüze yakın ikiz embriyo oluşturulur.  Bu merkezde üretilen insanların, sosyal sınıfları ve görevleri önceden belirlenmiştir. Her türlü hastalığa - hatta yaşlılığa karşı bile bağışıklıkları vardır. Yetiştirilen insanlar hiyerarşik bir sosyal kast sistemine dahildirler; Alfa-Artı entellektüellerden Epsilon-Eksi yarı moronlara kadar sıralanan hiyerarşik bir sosyal kast sistemi.





Henüz bir embriyo halindeyken başlayan ve çocukluklarında devam eden şartlandırmalara maruz kalırlar insanlar. Bu şartlandırmaların çoğu uykuda eğitim - Hyponopedia yöntemiyle gerçekleştirilir. Cinsellik çok küçük yaşta erotik oyunlarla teşvik edilir ve öğretilir. İnsanlar büyüdükleri zaman, herhangi bir problemden dolayı sıkıntıya düşerlerse bugünün uyuşturucusuna denk düşen soma dan alırlar ve tüm sıkıntılarından kurtulurlar.

Yeni Dünya'da yaşlılık da yoktur. İnsanlar görünüş olarak yaşlanmadan, yaklaşık olarak 60 yaş civarına geldiklerinde ölürler. Ölmenin korkulacak bir şey olmadığı da uykuda şartlandırma yöntemiyle çoktan öğretilmiştir, bu yüzden ölmek vakti geldiğinde son derece canlı, renkli, eğlenceli yerlere giderler ve soma alırlar. Ölünce de yakılır, açığa çıkan fosfor yine toplum yararına kullanılır.

Yeni Dünya'da yaşayanların çalışma saatleri dışında eğlence yöntemleri kısıtlıdır; bazı oyunlar ve duyusal filmler vardır. İstikrarı ve mutluluğu bozacak, geçmişi hatırlatacak, özellikle de insanları duygulandıracak ve düşünmeye zorlayacak her türlü kitap ve tüm güzel sanatlar yasaktır. Shakespeare bile!

Polis vardır ama baskı, işkence, kötü muamele gibi olumsuz hiçbir muamele yoktur. İnsan doğası gereği adrenaline ihtiyaç vardır ancak bunun da çözümü bulunmuştur: Yapay Şiddetli İhtiras. Bu kavram, korku ve şiddete eşdeğer bir uygulamadır ve düzenli olarak sisteme dahil edilir. Yan etkileri yoktur ancak yine de tüm sistemi aşıp sorun çıkaran bireyler ortaya çıkarsa polis gelir ve hızla soma gazı atarak duruma müdahale edilir!

Yeni Dünya'da hapishane de yoktur, buna ihtiyaç duyulmaz bile. Çünkü ilkel benlik her yönüyle kontrol altındadır. Bir şekilde kontrol dışına çıktığında ise, topluma zarar verecek evreye gelmeden bertaraf edilir. Örneğin, Yeni Dünya'daki düzenden memnun olmayan, kendi bireysel haklarının farkına varmış, bağımsız düşünmeye başlayan yani kısacası bir bireyin davranması gerektiği gibi davranan herkes toplanır ve adalara gönderilir. Bu adalardaki insanlar birbirleriyle diledikleri gibi yaşarlar ancak Yeni Dünya'ya müdahale edemezler.

*

Huxley'in Cesur Yeni Dünyası ve Günümüz

Kitabı okuyanların dikkatini en çok çeken kısımlardan biri de Yeni Dünya insanının sıkıntılardan kurtulmak için aldığı somadır muhakkak. Huxley'in Yeni Dünya'sında sıkıntılarıyla yüzleşmek ve onu çözümlemeye uğraşmak yerine çok daha kolay bir yöntem olan soma vardır. Yeni Dünya'daki insanlar soma içerler ve dertlerinden uzaklaşırlar. Peki bizim dünyamızın soma'sı neye karşılık gelebilir?

Kanaatimce bizim dünyamızın soması, televizyonlar, bilgisayarlar ve hatta akıllı telefonlar. Hayatımızdaki sıkıntıları görmemezlikten gelmek hatta yok saymak için televizyonlara, bilgisayarlara ve akıllı telefonlara mecburuz. Huxley'in Cesur Yeni Dünya'sındaki somanın bizim dünyamızdaki versiyonu bunlar olsa gerek.

Kitapla ilgili benim değerlendirmelerim bunlardan ibaret. Tekrar altını çizmek isterim: okunması zor ancak üzerinde düşünülerek okunulduğu taktirde dünya görünüşünüzün açısını genişleten, meselelere farklı boyutlardan bakabilmenizi sağlayan türden bir kitap Cesur Yeni Dünya. Son olarak  kitaptaki karakterlerin isim kökenlerine değinmek isterim. Bu nokta, kitabı okuduktan sonra yaptığım araştırma sayesinde edindiğim bir bilgiydi. Kitaptaki karakterler ve ilham alınan kişiler listesi oldukça dikkat çekici.

Bernard Marx - George Bernard Shaw ve Karl Marx
Lenina Crowne - Vladimir Lenin
Fanny Crowne - Fanya Kaplan (Lenin'i düzenlediği suikast girişimi başarısızlıkla sonuçlanan kişi)
Polly Trotsky - Lev Troçki
Benito Hoover - Benito Mussolini ve Herbert Hoover
Helmholtz Watson - Herman von Helmholtz ve John B. Watson
Darwin Bonaparte - Napoleon Bonaparte ve Charles Darwin
Herbert Bakunin - Herbert Spencer ve Mikhail Bakunin
Mustapha Mond - Mustafa Kemal Atatürk ve Sir Alfred Mond
Primo Mellon - Miguel Primo de Rivera ve Andrew Melton
Sarajini Engels - Friedrich Engels ve Sarojini Naidu
Fifi Bradlaugh - Charles Bradlaugh
Joanna Diesel - Rudolf Diesel
Jean-Jeacques Habibullah - Jean-Jack Rousseau ve Habibullah Han

*

Önceki yazılarıma erişmek isterseniz;

William Golding'in   "Sineklerin Tanrısı"  isimli kitabına ait yorumum için buraya ,
Yevgeni Zamyatin'in   "Biz"  isimli kitabına ait yorumum için buraya 
George Orwell'in  "1984"   isimli kitabına ait yorumum için buraya tıklayabilirsiniz.

Bu kitabı listesine alanlara şimdiden keyifli okumalar,

Aşkla Kalın!


20 Şubat 2015 Cuma

Film Tavsiyesi: An American Crime - Indiana'da Gerçekleşen En Korkunç Cinayet

Sinemaseverler için konusunu gerçek hayattan alan filmler her zaman ilgi çekicidir. Benim için de bu geçerli. Bine yakın film izlemiş biriyim - hatta izlerken gerçekten yaşanan bir olaymış gibi etkilenen biriyim ancak izlediğim filmin sadece bir kurgudan ibaret olduğunu düşünmek bile bir bakıma beni rahatlatır. Ancak durum bu kez farklı.

 Konusunu gerçek hayattan aldığını bildiğim ancak "Keşke hiç yaşanmamış olsaydı" dediğim filmler bir elimin parmaklarını geçmez. Bunlardan biri yazısını burada paylaştığım Incendies filmidir, diğeri ise burada paylaştığım Soraya'yı Taşlamak. İşte bugün üçüncüsünü paylaşacağım sizlerle:

"An American Crime - Bir Amerikan Cinayeti"




Indiana Eyaleti'nde bugüne kadar işlenen en korkunç cinayeti konu ediniyor bu film. Baştan söylemeliyim ki normal bir insan yüreği bu filmi tek seferde oturup izlemeye dayanamaz. Ben kaç defa durdurdum hatırlamıyorum. Sylvia'nın maruz kaldığı şiddet görsellik açısından hiç abartılmamış olsa dahi, bunun bir insanoğlunun başına yine kendisi gibi bir ve birkaç insanoğlunun elinden gelmiş olmasına inanamıyor insan. Bir insan - dahası merhamet timsali olarak gösterilen bir anne bir çocuğa nasıl böyle bir eziyette bulunabilir?


Dilerseniz bu meseleyi biraz daha derinlemesine analiz edelim: 

Filmi izlediğim gece filmin üzerimdeki yıkıcı tesirinden dolayı uyuyamayınca uzunca bir vakit bu cinayetle ilgili araştırma yapmış bulundum. İşte 1965 yılında Amerika'nın Indianapolis eyaletinde işlenen o korkunç cinayetin detayları:

3 Ocak 1949'da, Lester ve Betty Likens'in 3. kızları olarak dünyaya gelen Sylvia Marie Likens aile içerisinde kendini yalnız hisseder çünkü diğer dört kardeşi de ikizdirler; Danny ve Diana; Benny ve Jenny. Filmdeki Sylvia'nın gülümseyişi gayet doğal ancak gerçek hayatta böyle değildir çünkü önde olmayan dişi Sylvia'yı her zaman bilinçli bir gülümseyişe zorlamıştır. Filmde Sylvia ve Jenny, Baniszewski kızlarıyla klise dönüşü otobüste tanışıyorlardı, ancak gerçek hayatta bu böyle olmamıştı. Sylvia ve Jenny yolda yürürken Paula Baniszewski ile karşılaşıp, tanışıyorlar sonrasında ise Paula iki kız kardeşi kendi evlerine davet ediyor. 

 Baniszewski'lerin evinde uzun zaman geçiren kızları merak eden baba Lester onları aramaya çıkar ve etraftakilerin Baniszewski'lerin evini göstermesi üzerine kapıyı çalar. Evin annesi Gertrude Baniszewski kapıyı açar ve Likens kızlarının babasıyla tanışır ancak kendisinin soyadını değiştirerek Mrs. Wright şeklinde tanıştırır çünkü evdeki küçük bebeğin babası diğerlerininkiyle aynı soyadı taşımamaktadır. Likens kızlarının babasının çocuğun gayri meşru olduğunu öğrenmesini istemez bu yüzden böyle bir yalana başvurur. 

Paraya ihtiyaçları olduğunu söyleyen anne Gertrude Baniszewski, babalarına haftalık 20 cent karşılığında kızlarına bakabileceğini söyler. Lester ve Betty Likens karnavalda görev aldıkları ve uzun bir müddet karnaval turnesinde kalmaları gerektiği için kızlarına göz kulak olabileceklerini düşündükleri Gertrude Baniszewski'ye güvenir ve kızlarını orada bırakırlar. 

İlk iki hafta herşey yolundadır ancak ikinci haftadan sonra yollanan çek gününde gelmemiştir. İşte herşey burdan sonra başlar. İki kızı da yatağa yatarak kalçalarını açmaya zorlar. Kürekle onlara şiddet uygular. Geç gelen çek dolayısıyla kızları cezalandırmaktadır böylelikle. Ertesi gün çek gelir ancak Sylvia ve Jenny hafif de olsa şiddete maruz kalmaya devam ederler.  Aradan bir ay geçer, Lester ve Betty Likens şehre geri dönerek Baniszewski'lerin evine kızlarını ziyarete gelirler ancak Sylvia ve Jenny, Gertrude'un tehditlerinden dolayı anne babasına gördüğü eziyetten bahsedemezler. (Filmde bu noktaya da değinilmemiş.)

Hayat gidişatı annesininkine benzer olan Paula (çocukların en büyüğü) evli olan bir adamla birliktedir ve ondan hamiledir. Bunu Sylvia ile paylaşır ancak olaylar daha da kötüleşir çünkü birlikte olduğu adam Paula'nın hamileliğini öğrendikten kısa bir süre sonra hamileliği üstlenmeyerek onu terkeder. Sylvia'yı yalancılıkla suçlayan Paula, kendisiyle ilgili hamile haberlerini yaydığı yönünde bir iftira atar ortaya. Paula sahip olduğu tüm ahlaksız meziyetleri Sylvia'nın üzerine yıkar.

Anne Gertrude kızına iftira attığı ve hırsızlık yaptığı gerekçesiyle, kısa bir süre sonra Sylvia'ya uyguladığı işkenceleri arttırmaya başlar.. Üzerinde sigara söndürmekle başlayan ve cinsel organına kola şişesi sokmaya zorlamak gibi akıl almaz işkencelere Sylvia'yı hapsettikleri bodrum katında devam ederler. İşin ilginci, Sylvia'ya fiziksel istismarı ilk uygulayan Anne Gertrude olduğu halde, sonraları bu işkenceleri uygulayanlar da yine Baniszewski çocukları olmuştur. Hatta dahası, çocukların arkadaşları da bodrum katına gelerek Sylvia'ya türlü işkenceler uygularlar. Kapatıldığı bodrum katında defalarca tecavüz edilir, kendi kusmuğu ve başkalarının dışkıları yemeye zorlanılır ve yazmaya bile yüreğimin dayanamadığı türlü işkencelere maruz bırakılır Sylvia... Ve dahası tüm Indianapolis ahalisi, bu olayın yaşandığını bile bile susar...

Sonra nasıl olursa olur ve birgün Indianapolis polis merkezine bir cinayet haberi ulaşır. İhbarda belirtilen adrese giden polisler, Sylvia Marie Likens'in çürümeye yüz tutmuş cesediyle karşılaşırlar. Yapılan incelemeler ve araştırmalar dahilinde ele alınan olaya "Baniszewski Cinayeti" adı verilir ve davaya bakan savcı tarafından "Indiana'da gerçekleşen en korkunç cinayet" nitelendirilmesi yapılır.

"Peki bu nasıl oluyor?"
diye soruyor insan. "Bir kişinin bir başka kişiye yönelttiği saldırganlık ve şiddet nasıl oluyor da bir kitle insan tarafından böyle acımasızca uygulanır hale geliyor? Yani filme konu olan olaylar üzerinden konuşmak gerekirse, Anne Gerturd Baniszewski'nin başlattığı fiziksel istismar nasıl oluyor da önce çocukları, sonra da çocuklarının mahalle arkadaşlarının bir eğlence aracına dönüşüyor? İnsanlar böylesine büyük bir moral erozyona nasıl uğrayabiliyorlar? Neden susuyorlar? "

Bu olayın bana ilk hatırlattığı, üniversite 1. sınıfta aldığımız Sosyal Psikoloji dersinde öğrendiğimiz bir psikolojik deney oldu. "Standford Hapishane Deneyi". Bu deney, 1971 yılında Philip Zimbardo önderliğinde bir grup araştırmacı önderliğinde gerçekleştiriliyor, 24 üniversite öğrencisi, mahkumlar ve gardiyanlar olmak üzere ikiye ayırılıyor ve Stanford Üniversitesi'nin alt katına geçici bir süreliğine kurulan sahte hapishaneye yerleştiriliyorlar. Başta bir oyun gibi gelen bu deney, ne yazık ki bir felaketle sonuçlanıyor. Gardiyanları canlandıranlar sadistçe hareketler sergilemeye ve mahkumlara zarar vermeye başlıyorlar. Bu nedenle mahkumları canlandıranların bir kısmı psikolojik travma geçiriyor.

Yeniden Baniszewski Cinayeti'ne geri dönecek olursak, Stanford Hapishane Deneyi, insanları sürü psikolojisi içerisinde nasıl kendileri olmaktan çıkarak bir vahşiye dönüşebileceklerini gayet net bir şekilde ortaya koyuyor. Gardiyan ve mahkum rollerini bilerek deneye başlayanlardan gardiyanların bir süre sonra birer sadiste dönüşmesi ne demekse, Baniszewski Cinayeti'ndeki bir grup gencin, oyun ile gerçeği ayırtetmeksizin birer katile dönüşmesi de aynı anlama tekabül ediyor.

Bir de olayın, fiziksel istismar boyutunda değerlendirilemeyen, moral değerler kısmı var ki o da kendi başına ayrı bir tez konusu. Aylarca komşularının bodrum katında işkence gördüğünü -hatta bu işkenceye kendi çocuklarının da müdahil oldukları böyle bir vahşete nasıl kayıtsız kalabildiklerine inanın benim aklım almıyor.

Yazılacak çok şey var ancak ben burada noktalayıp sizi ısrarla filmi izlemeye davet ediyorum. Vakit kaybetmeyin, izleyin. Tek pişmanlığınız, konusunu gerçek hayattan alan bu akıl almaz işkencelerin önüne geçecek gücü kendinizde bulamayışınız olacak buna eminim. Özellikle de gündemdeki Özgecan cinayeti hala sıcaklığını yitirmemişken.

Keyifli Seyirler.

Not: Aşağıda yer alan resimler Sylvia Marie Likens Cinayetine ait internette paylaşılan resimlerdir.


Baniszewski Cinayeti olarak bilinen cinayetin baş sorumlusu Gertrude Baniszewski ve kendisinin türlü işkencelerle ölmesine sebep olduğu 16 yaşındaki Sylvia Marie Likens.




Hamile olduğu halde hamileliğini ört bas edebilmek için Sylvia'nın kendisi hakkında hamilelik yalanı uydurduğunu iddia ederek annesi Gerturd Baniszewski'yi kışkırtan Paula Baniszewski.





Baniszewski Cinayeti ile ilgili yayınlanan bir gazete manşeti örneği.




İhbardan sonra Baniszewski'lerin evine gelen Indiana polisi,  Sylvia'nın yüzlerce kez darp edilmiş, çürümeye yüz tutmuş cesedini bulmuşlardı.




Sylvia'ya yönetilen hakaretler sadece sözel değildi. Öldüğünde vücudunda kızgın şişlerle kazınan "Ben bir fahişeyim ve bununla gurur duyuyorum" yazısı tespit edildi.



Baniszewski Cinayeti Davası kapsamında mahkemede duruşmaya katılan anne Betty ve baba Luster Likens.



16 Şubat 2015 Pazartesi

Eski Fincanları Değerlendirmenin 10 Mükemmel Yolu! - DIY


Ne çaya tiryakiyim ne kahveye. İçindekine değil de dışındakine tiryakilik var bende. Neden mi bahsediyorum? Tabii ki fincanlar ve kupalardan.

Sayısını benim bile hatırlayamadığım kadar kupa ve fincanın sahibi olmama rağmen hala kendime dur diyebilmiş değilim. İlk zamanlarda ilerde inşallah eşimle birlikte kullanırım diye çifter alıyordum ancak baktım ki sayısı katlanarak artıyor, tek tek almaya karar verdim ^_^ Mutfak dolaplarından bir raf sadece kupa ve fincanlarıma ayrılmış durumda. Alıp da kullanmaya kıyamadığım için çeyize kaldırdıklarımın sayısını ben bile hatırlamıyorum.

 Bildiğim iki şey var; birincisi ben türümün ilk ve son örneği değilim ^_^ Benim gibi bir sürü kız arkadaşım var bu şekilde. Ama anlayamadığım şey, ben ne ara bu hale geldim. Bir kupa yada fincan gördüğümde, alıp almamakla ilgili yaşadığım o ikilemi filme çekseler yılın en iyi kısa filmi ödülü alır eminim ^_^

Neyse efendim, sözü uzatmadan sadede gelelim. Bu postun amacı, fincanları çay ve kahve içmenin ötesinde kullanmak isteyenlere fikir verebilmek. Pinterestte yer alan onlarca proje ve kendi bilgisayar belleğimde biriktirdiğim resimler arasından bir derleme yaparak sizinle paylaşmak istedim.




Çay ve kahveniz için daha gözde fincanlarınız varsa, gözden çıkardıklarınızı atacak değilsiniz. Evinize romantik bir hava katmak için tek yapmanız gerektiren onları tealight olarak kullanmak.




Son dönemlerde dekorasyon trendlerinden biri de fincanlı avizeler.  Gözden çıkarabileceğiniz fincanlarınızla oluşturacağınız bu tarz bir avizeyle mutfağınıza vintage bir görünüm kazandırabilirsiniz.








Fincanları -aydınlatma için bile olsa-  mutfakta kullanacağız diye bir kaide yok, dilerseniz bu şekilde kişisel bir çalışma lambasına ya da abajura da dönüştürebilirsiniz ^_^

 

 



Sadece fincanlar değil demlikler için bile harika fikirler var. Ben en çok abajur olayını sevdim. Bunlar da favorilerim ^_^




Ama en çok da bu aşağıdakini sevdim ^_^

 


 Sayısından muzdarip olduğumuz tek şey fincanlar, kupalar olsa keşke. Bir de takı-severliği var biz hanımların. Birbirine karışmasın diye nereye, nasıl koyacağınızı şaşıracak kadar çok takıya sahipseniz minik fincanlarınızla yatakodasındaki bir çekmece içinde kendinize orjinal bir depolama alanı oluşturabilirsiniz. 

 



Ya da takılarınızı asabileceğiniz orjinal bir tasarıma dönüştürebilirsiniz.





Bu görseli kaç yıldır saklıyorum inanın bilmiyorum ama ilk gördüğüm andan itibaren bayılmıştım bu fikre. Bir mutfak için yapılabilecek en en en güzel perde bağı bu bence! "Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi" denilen türden bir dıy olmuş gerçekten. Perdenin alttan geçirilmesi gereken kısım için nasıl delik açılacak sorusu hala muamma ^_^ 






Kırılan fincanları ya da kupaları değerlendirmenin en organik yöntemi ise onları çiçeklerinizle ya da nane, maydanoz ekerek değerlendirmek. Bir succulent mesela, ne hoş olur minicik şirin bir fincanın içinde ^_^






Peki doğadaki minik kanatlılar için ne yapmalı? Tabii ki besin ve su ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri adına böyle bir fikirle onlara destek olabiliriz ^_^






Orjinal fikirlerden biri de fincanlardan kadeh yapma fikri. Bunu ilk bulan arkadaş bana uğrasın, elini sıkıp bizzat kendim tebrik edeceğim ^_^





Yine orjinal bir fikir daha; fincanlardan kapı çelengi. Mutfak kapısı için şirin bir ayrıntı olur değil mi ^_^




Fincanlarla ilgili önceki paylaşımlarım için buraya ve buraya tıklayabilirsiniz ^_^

Herkese bol keyifli, huzurlu ve sağlıklı bir hafta diliyorum.

Aşkla kalın!

13 Şubat 2015 Cuma

Kitap Kokusu - Postacı Kapıyı Çalmayacak



Ödev olarak sizden bir ölüye mektup yazmanız istense, kime yazmayı tercih ederdiniz?



Laurel için buna karar vermek hiç de kolay olmadı çünkü kimselere anlatmak istemediği bir hikayesi vardı. Kendisinden iki yaş büyük ablası ve en iyi arkadaşı olan May'in ölümününden sonra yaşananları anlatacağı kişi, bu dünyada yaşayan biri olmamalıydı, bu yüzden O da ilk mektubunu May'in en sevdiği sanatçı olan Nirvana grubunun solisti Kurt Cobain'e  yazmaya karar verdi. 

Yazdığı bu mektubu öğretmenine teslim etmesi gerekiyordu ancak öyle yapmadı. Devam etti yazmaya, Kurt Cobain ve aynı kaderi paylaşan ünlü kişilere. Liste özenle seçilmişti; Janis Joplin, Jim Morrison, Heath Ledger, E. E. Cummings, River Phoenix, Amelia Earhart, John Keats, Elizabeth Bishop, Judy Garland, Amy Winehouse ve dahasının ortak yanları vardı Laurel için.




Ava Dellaira'nın ilk romanı olan "Letters to the Dead" dilimize "Postacı Kapıyı Çalmayacak" şeklinde çevrilmiş. Kitabı, Kiler market indirimlerine denk gelen bir zaman diliminde almıştım. Çok bir beklenti içerisinde olmadan okumaya başladım ancak beklediğimden daha çok şey buldum diyebilirim.

Kitap benim için sıradan bir gençlik romanı olmanın ötesinde bir anlam taşımaya başladı okudukça. Kendisinden büyük ablasının intihar ederek ölmesinin üzerinde bıraktığı travmayı, yine ablasının en sevdiği ve ablasının öyküsüyle ortak paydada buluşan ünlülere yazdığı mektuplarla yenmeye çalışan, ergenlik döneminin o hallaç pamuğuna dönmüş vaziyetinden sıyrılırken duygularını ve yaşadıklarını kendi dilinde anlatan bir vaka gibiydi Laurel. Mesela Amelia Earhart'a (Atlas Okyanusu'nu uçakla tek başına geçen ilk kadın pilot) cesarete ihtiyaç duyduğunda, Judy Garland'a annesinin yokluğunu hissettiğinde, River Phonex'e aşk ilişkisinde zorlandığında yazıyordu. Sayfalar sonra bu bağıntıyı çözmek bile mesleki anlamda benim için oldukça önemliydi.




Son olarak, "The Fault in Our Stars" yani "Aynı Yıldızın Altında" nın yapımcılığını üstlenen Fox 2000'in kitabın film haklarını satın aldığını da eklemek isterim. Normalde kitabı okuduktan sonra filmini izlemez bir tiptim ama ne olduysa oldu son zamanlarda bunu çok sık yapar oldum. Bu önyargımı aşmamı sağlayan filmlerden biri de "Aynı Yıldızın Altında" dır çünkü kitabın ana hatları dahil olmak üzere detaylarıyla değiştirilmeden sinemaya uyarlanan, hatta kitaptan neredeyse bir tık daha iyi seviyeye ulaşan bir yapım olmuş. Umarım bu kitap için de aynı şey söz konusu olur zira şimdiden filmi merakla bekliyorum!

Okuma listesine alan herkese şimdiden keyifli okumalar ^_^

Cumanız hayr olsun,

Aşkla Kalın!


Not1: Rover Phoenix'i merak edenleriniz 15 Şubat 2015 tarihli buradaki gönderiye tıklayabilir. Kendisi, Stephen Kings'in "The Body - Ceset" isimli romanından beyazperdeye uyarlanan "Stand By Me - Benimle Kal" filminin başrol oyuncularındandır ve uyuşturucu doz aşımından genç yaşta ölmüştür.

Not2: John Green'in "Aynı Yıldızın Altında" isimli kitabı ile ilgili yazdıklarım ise burada.

10 Şubat 2015 Salı

Sevgililer Günü Manifestosu

Sevgililer Günü yaklaştığına göre yeni bir manifesto daha yayınlayabilirim ^_^    Ama itiraf ediyorum bu sefer şöyle bir durup düşündüm.  Malum bu dönemde Sevgililer Gününü kutlamak kadar Sevgililer Günü'ne muhalif olmak da bir o kadar popüler. Derdim ne popülerizm ne de başka bir şey.  Elbette tevekkeli değil, bir nevi safımı belli etmek benimkisi. Emr-i bi'l maruf nehy-i anil münker'den sorguya çekildiğimde en azından bu yazımı delil gösterebileceğim inşallah ^_^  

Başlıktan da anlaşılacağı üzere, bu yazının asıl amacı bu günü kutlayanları, kutladığına bin pişman etmek  ^_^    Şaka bir yana, isteyen istediği gibi kutlasın ama benim için Sevgililer Günü'nün Kabotaj Bayramı'ndan bir farkı olmadı, olmayacak da. Bu yıl da böyle olacak çünkü hala bekarım ^_^

 (Tam bu satırları yazarken İlber Ortaylı'nın şu meşhur capslerinden biri aklıma geldi ^_^) .  

İlber Amcayı capslerde bırakıp, konumuza dönelim:
Tanışma, evlilik yıldönümü, doğum günleri ve benzeri kişiye ya da çiftlere özel tarihlerin hatırlanması ve o güne özel mütevazi kutlamaların yapılması çoğumuzun hoşuna gider, özellikle biz bayanlar özel tarihlere erkeklerden daha fazla anlam yüklüyor ve önemsiyoruz, öyle değil mi? Ne yazık ki bu durum bile, sevgililer gününün benim için en sevimsiz ve içi boş tarih olma özelliğini değiştiremiyor. Neden mi? "Sevgililer Günü'nü kapitalizmin sevgiyi katlettiği gün."olarak görüyorum da ondan.  Benim için hiçbir anlamı olmayan bir tarihi herkes kutluyor diye herkes gibi kutlamak hangi kafanın ürünü benim aklım almıyor doğrusu. Sevdiğinize sevginizi hissettirmeniz için yüzlerce sebep, binlerce yöntem var. Sevgililer Günü'nde sevgilinize atraksiyon yaşatacağım diye çarkıfeleğe dönmeyin lütfen. Dünyada milyonlarca insanla aynı anda aynı taklayı atıyorsunuz, biraz marjinal olun ^_^


Sevgililer Günü'nü kutlayanlara "Aslında neyi kutladığınızı biliyor musunuz?" şeklinde bir soru da yöneltmek gerekiyor bana kalırsa. Burada yöneltilen aslında kelimesinin altını çizmek istiyorum. Sevgililer Günü aslında nedir, neden kutlanılagelir?

Sevgililer Günü'nün ortaya çıkışına dair birden çok hikaye var ve siz muhtemelen bunlardan bir tanesini okudunuz ya da dinlediniz. (Aksini düşünerek sevgililer gününün ortaya çıkışı ve tarih içinde evrilişini anlatan başka bir yazıyı daha eklemek istedim: Buradaki yazıyı okuduğumda, ben de Sevgililer Günü'nün daha önce denk gelmediğim yönlerini öğrenmiş oldum.)

Şimdi efendim, -yine linki tıklamayacak ve oradaki yazıyı okuyamacak kadar tembel okuyucularım olduğunu da varsayarak- kendi işime yarayacak olan kısmı kırparak yazıma devam etmek istiyorum:


Antik Roma'da 15 Şubat, bereket tanrısı Lupercus'!un onuruna, Lupercalia günü olarak kutlanmaktaydı. Bu günde, Lupercus'un din adamları tanrıya keçi kurban ederlerdi. Daha sonra kafalarının üstüne koydukları bir parça keçi derisi ile Lupercus'u simgeleyerek, Roma sokaklarında koşturup, karşılaştıkları herkese dokunurlardı. Genç kızlar gönüllü olarak ileri atılır ve bereket tanrısının dokunuşundan paylarını almaya çabalarlardı. İnanışa göre bu dokunuş sayesinde doğurganlıkları kolaylaşacaktı. 

Lupercalia bayramının arifesi olan 14 Şubat'ta genç erkeklerin genç kızların isimleri yazlı kura çekerek bayram boyunca 'çift' olma alışkanlığı vardı. 469'da Papa bu gayri-Hıristiyan bayramını yasaklayarak sadece kura çekilişine izin verdi. Ancak artık kuralarda kızların değil azizlerin isimlerini yazılıydı.


"El haya-ü minel iman."  yani Türkçesiyle "Haya imandandır." diyor Peygamber Efendimiz (sav).  Yukarıda paylaştığım haliyle günümüzdeki haline evrilen Sevgililer Günü'nün, toplumumuzda algılanışı ve pratikte uygulanışı üzerinde azıcık kafa yorunca, bana öyle geliyor ki Sevgililer Günü hayayı, ahlaki değerleri, örf ve gelenekleri ve en önemlisi İslam inancını yıpratmaya yönelik bir zihniyetin ürünüdür. İşin bu noktası; kapitalizm, materyalizm ve sayısı çoğaltılabilecek her türlü ideolojiden daha önemli benim için.

"Sevgili" adı altında gençleri zinaya özendiren, Türk kültürünü ve İslam ahlakını her anlamda erozyona uğratmayı hedefleyen kutlama çeşitlerinden uzak durmak, gerçek manada dinini yaşamak ve örnek bir Müslüman olmak isteyenlerin önemle üzerine eğilmesi gereken meselelerden biri olmalı. "Bir kavme benzeyen, onlardandır." diyor Yüce Nebi.  Bu Hadis-i Şerif, duyanın umursamaz kalamayacağı türden ciddi bir ikaz. Bunun şuuruyla hadiseleri ele almak ve değerlendirmek gerekiyor düşüncesindeyim.




“Allahım! Bana sevgini, Seni sevenin sevgisini, beni sevgine yaklaştıracak her şeyin sevgisini nasip et ve Senin sevgini benim için soğuk sudan daha sevimli kıl.”
(Hadis-i Şerif)

Sözde değil özde anlayan, kollarıyla değil yüreğiyle sarılan, elleriyle değil yüreğiyle yüreğimizden tutup ötelere, sonsuzluğa götüren, "Allah için seven" gerçek sevgililer olabilmemiz ve bulabilmemiz duasıyla.



Aşkla Kalın!


Not: Geçtiğimiz yıl kaleme aldığım Sevgililer Günü yazısına buradan ulaşabilirsiniz. Şayet önceki manifestolarımı okumadıysanız; Suriyeli mülteciler ve çocukların çalıştırılması mevzusunu ele aldığım yazıma buradan, doğum günü, baby shower partilerinden hareketle tüketim toplumu olmaya yönelik eleştirilerime yer verdiğim yazıma buradan, ve yine dolaylı yoldan Noel/Yılbaşı kutlamalarına değindiğim yazıma buradan ulaşabilirsiniz. 

BLOG DESIGN-Değmesin Yağlı Boya