Öyle bir kitap düşünün ki, kaleme alındığı tarihten yıllarca sonrasında bile çağa ayak uydurabiliyor. Dahası, ileriye dönük birçok öngörüyü içerisinde barındırabiliyor. Yazıldığı çağdan sonraki zamanları etkiliyor. İçinde yer alan kavramlar elli yıl sonrasının güncel diline yerleşmiş kelimeler halini alabiliyor.
George Orwell'in 1984 isimli romanından bahsediyorum. Her satırını okurken hayretler içerisinde kaldığım, dünyanın şuan içinde bulunduğu sosyopolitik durumunu baz aldığımda nasıl bu kadar net öngörülere sahip olduğunu düşündüğüm ve okurken kalemi elimden bırakamadığım bir kitap oldu bu roman.
Aslına bakılırsa ne sosyolojik kuramlara, ne ideolojik bilgilere ne de dünya politikasına vakıfımdır. Ama bu kitabı okumak ve neden bahsettiğini anlamak için bu tarz entellektüel birikimlerinizin olmasına gerek yok. Okurken, kitaptaki kurgu ve şuan dünyada ve özellikle ülkemizde olup bitenleri kıyaslayınca ister istemez anlamlı bir ilişki kuruyorsunuz zihninizde.
1984'ü dört kelimeyle ifade edebilirim: "Kafa karıştırıcı" ve "Zihin açıcı". Kitabın, o dönemki Stalin rejimine bir başkaldırı niteliği taşıdığını düşününce; yaşadığı dönemle uyuşmasa bile kitabın geleceğe açılan bir pencere niteliği taşıdığını düşünmeye başlıyor insan. Bugüne kadar anlamlandıramadığı ama altında yatan sebepleri sezinlediği gerçekler sanki üzerindeki sis perdesi kalkmışçasına görmeye başlıyor.
Yazar olmayı düşünen bir kız kardeşim var. "Ee tamam da bu kitapla kardeşinin yazar olması arasındaki ilişki nedir? Hem bizi ne ilgilendirir?" diyorsanız hemen cevaplamak isterim ancak anlamak için sabırla sonuna kadar okumalısınız.
Henüz 14 yaşındaki kız kardeşim yaklaşık bir buçuk yıldan beri hikayeler yazıyor. Tabii en başlarda çekindiği için yazdıklarını bize okutmuyordu. Dün gece uyuma faslına geçmeden hemen önce her zamanki uyku öncesi sohbetimizi yaparken, konu dönüp dolaşıp onun yazarlık deneyimine geldi. "Eee" dedim "Nasıl gidiyor bakalım yazarlık?" Bana bir uygulamadan bahsetti. Adını yanlış yazıyorumdur muhtemelen, en fazla bir ya da iki kez duydum whatpet gibi bir okunuşu vardı galiba. Burada anonim yazarlar kendi yazdıklarını paylaşabiliyor ve birbirini takip edip, okudukları hikayelere yorumlarda bulunabiliyorlarmış.
Kız kardeşim de bu sitede yazılarını paylaştığını, elliye yakın takipçi edindiğini ancak çok daha popüler anonim yazarlar olduğunu söyledi. Birkaç milyon takipçisi olan bir kızın profilini gösterdi bana, epey popülermiş. Gençlik edebiyatı tarzında yazılar yazmış ancak dikkatimi çeken şey yazdıklarının edebi nitelik taşımamasından daha ziyade sık kullanmayı tercih ettiği argo ifadeler oldu. Kız kardeşimin söylediğine göre, bu tarz ifadelere yer vermek o kişinin ne kadar "cool" olduğunu gösteriyormuş.
Bu mevzu üzerinde biraz konuşma ihtiyacı duydum ve kardeşime kendini güzel ifade becerisi edinme ve bunu yazıya dökebilme konusunda özgünlüğünü zamanla bulacağını anlattım. Edebiyat kelimesinin "edep" kelimesinden türetildiğini, iyi bir edebiyatçı olmak istiyorsa önce edebin gerektirdiği usül ve erkana uygun yazması gerektiğini ve en önemlisi de kitap okumanın yazar olmak isteyenler için çok çok daha önemli olduğunu, bu yüzden daha fazla okuması gerektiğini anlattım. Konudan konuya atlarken, bana edebiyat öğretmeninin verdiği bir ödevden bahsetti. Kız kardeşimin öğretmeni, sınıfa ödev olarak Reşat Nuri Güntekin'in "Acımak" isimli kitabını vermiş ve sınavda da bu kitaptan sorumlu tutmuş. Kız kardeşimin ifadesi aynen şu şekilde "Okurken anlamadığım o kadar çok kelime oldu ki, kaç kere başa döndüğümü hatırlamıyorum".
Ben niye bu konuya değindim? (Bu blogun yazarını artık tanıdınız. Birşey anlatacaksa okuyucuyu kendi zihninin içinde yolculuğa çıkarmayı seviyor. Zira zihnimin içi de konudan konuya atlıyor.) Kız kardeşimin hikayesini paylaşmamdaki asıl neden 1984'ün temel temalarından biriyle kardeşimin hikayesi arasında kurduğum ilişkidir.
Kitabı okuyanlarınızın hemen hatırlayacağı üzere, "yeni söylem" ifadesi sıkça karşımıza çıkar satırlar arasında. Burada bahsedilen, eski dilde kökten değişiklikler yaparak insanların geçmişle bağıntısını koparmaktır. Yeni söylem kurulu, dünyanın en küçük ve en hacimsiz sözlüğünü hazırlamakla mükelleftir. Düşünmek yasaktır (düşünce suçu kavramı günümüzde de kullanılagelen bir kavram olmayı başarmıştır.)
Şimdi, kitabın edebi niteliğini tamamen bir yana bırakırsak ve kitabın kurgusundaki ana temalardan biri olan bu "yeni söylem" ifadesinin üzerine azıcık kafa yorarsak; günümüzde de benzer bir gidişata doğru yol alındığını söylemek sizce çok mu zor? Bırakın bundan yüz yıl öncesindeki Divan Edebiyatı'nı, Tanzimat Dönemi yazar ve şairlerini okumayı ve anlamayı, çeyrek asır öncesinin ünlü yazarlarını; bir Reşat Nuri Güntekin'i, bir Ahmet Hamdi Tanpınar'ı ve dahasını okuyamayan, okumaya çalışsa da anlayamayan; hiç okumayan ve kitabın varlığından dizileştirildikten sonra haberdar olan, ve hatta diziden sonra dizinin kitabı çıkarıldığını sanan bir nesil yetişiyor.
Düşünmenin yöntemi dil iledir. Öyleyse düşünmesini istemediğiniz bir toplumun dilini yok etmelisiniz. Toplumsal bellek dil ile imha edilir.
Bilmem ki anlatabildim mi derdimi...
Bir de filmi var kitabımızın.
Yönetmenliğini Michael Radfor'un; başrolleri John Hurt, Rizhard Burton, John Hughes ve Annie Lennox'un üstlendiği bu yapımı kitabı okuduktan hemen sonra izledim. Sinemanın o tarihteki imkanlarını düşünerek, filmden beklentilerimizi minimumda tutsak da yine de izlenilmesi gereken yapımlardan olduğu düşüncesindeyim.
Kitabı okumak yerine filmini izlemeyi tercih edenlerden olmayın ve kitabı mutlaka okuyun efendim.
Okuma listesine bu kült eseri not eden herkese şimdiden keyifli okumalar. Sizi biraz zorlayabilir ancak okunması gereken bir edebiyat kültü olduğunu unutmayın ve sonuna kadar okuyun!
Hadi bir de şunu söyleyip öyle bitireyim bari:
Big Brother is watching you!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Can-u gönülden yapılan birkaç satır kelamdır bu blog sahibesini sevindiren :)