30 Ağustos 2015 Pazar

Şükürler Olsun...




"Huzurlu bir akşamüstü... 


Birkaç güne yazı uğurluyoruz Allahın izniyle... 


Yazı mevsim olarak pek sevmesem de, bu yazın gönlümdeki yeri apayrı... Her gün, her an şükretsem yine Hâlıkımın bana lûtfettiği nimetlere duyduğum şükrü hakkıyla ifâ edemem ben...

Cenâb-ı Hak şükretmemizi istiyor bizden, Nahl Suresi 78. Ayet-i Kerime'de "Allah sizi, analarınızın karnından bir şey bilmediğiniz bir hâlde çıkardı da size, kulaklar, gözler, gönüller yarattı. Umulur ki, şükredersiniz.” ve yine Duhâ Suresi 11. Ayet-i Kerime'de "Rabbinin nîmetlerini zikret!” diye buyuruyor. Demek ki şükür Müslümanın aslî vazîfelerinden biridir. 



Peki bir Müslüman olarak nasıl şükretmeliyim? 



Kul ki, lisân ile “Yâ Rabbî! Sana nihâyetsiz şükürler olsun!” derse bu lisânî şükürdür. Allah'ın lutfettiği nimetleri yine O'nun yolunda, emrettiği şekilde sarf ederse, bu fiilî şükürdür. Zenginliğin şükrü infâk etmek; ilmin şükrü, bilmeyenlere öğretmek, bilmeyene bilmediğini bildirmektir. Iyiliği emretmek kötülükten men etmek yani "emr-i bil mâruf, nehy-i anil münker"de bulunmaktır. Bedenin şükrü ise, her uzvu meşrû bir şekilde Hak yolunda kullanmaktır. Ve kul ki, Hâlıkına muhabbet ve mârifetle bağlanarak her hâle râzı olursa, bu da kalbî şükürdür. 


Işin gerçeği, Allâh'ın nimetlerine mutlak mânâda şükredebilmemiz ne yazık ki mümkün değil... Yine de Rabbimiz bizleri O'nun verdiği nimetleri, hayvani bir sâikle istifâde ederken Hâlıkının ismini zikretmekten mahrum, hasta ve gâfil kalblilerden eylemesin. 


Onlar ki, "esfel-i sâfilîn" aşağıların en aşağısı ve "belhüm edall" hayvandan daha aşağı şeklinde tavsîf edilen bir vaziyet içerisindedirler buyuruluyor yine ayet-i kerimelerde... Rabbim bizleri bu hâlden muhafaza buyursun.. Şükrümüzü dâim ve kâim eylesin inşâAllah... 


Ne yazdıysam nefsimedir, sonra nasibi olan varsa gelsin buyursun... 


Vakt-i şerifler hâyr olsun ahâli!"



Not: Bu yazı instagramda #özlemçelebininkaleminden hashtagiyle paylaştığım dünkü paylaşımıma aitti. İnstagram hesabımdan beni kip etmek isterseniz:  yenilerkendinihayat 

Aşkla Kalın!


12 Ağustos 2015 Çarşamba

Aptal Kutusu



Beni tanıyanlar ve buradan takip edenler, televizyona karşı takındığım tavrı çok iyi biliyor. Kendi evimde televizyonum yoktu, izlemezdim. Ailemin yanındayken durum farklı, televizyon evin baş köşesinde. Yemekte mecburen izlemek zorunda kalıyorum. O esnada mümkün olduğu kadar kumanda kontrolünü kendim sağlamaya çalışıyorum. 7 / 24 Yeşilçam Sineması yayınlayan birkaç kanal keşfettim. Yemek yerken tv izlemeye mecbursam, en azından böyle kanallar izlemekten yanayım. Hele de Kemal Sunal'ın, Şener Şen'in ya da Münir Özkul ve Adile Naşit'in o bilindik aile filmlerinden biri varsa pek de eğlenirim izlerken.

Yeni doğmuş bebekten tutun da yetişkinliğinin sonuna gelmiş tüm insanlar için televizyon başında saatler geçirmeyi ahmaklık olarak görüyorum. Televizyondaki tüm programları kastetmiyorum yalnız. Ahlaki erozyonu kendine görev edinmiş dizilere, eğlence ve yarışma programlarına, müstehcen nitelikteki tüm şarkı kliplerine büyük bir düşmanlığım var. İzleyenleri vazgeçirmek, ekran karşısında geçirdiği o vakti çok daha yararlı şeyler yaparak geçirebileceğini anlatmak gibi bir tutum takınıyorum çoğu zaman. Bazen işe yarıyor, çoğu zaman yaramıyor ne yazık ki...

Geçen bir yerde okudum, Türkiye'de RTÜK tarafından 6 ile 18 yaş arasındaki çocukları kapsayan, bu yaş grubunun gün boyu vakit ayırdığı etkinliklerin sıralamasını saptamayı amaçlamış bir araştırma yapılmış. Sizce bu araştırmanın sonucunda, listenin ilk sırasında yer alan etkinlik hangisi?

Tahmin edebilmek kolay oldu sanırım. Evet, çocuklar için en önemli etkinlik televizyon izlemekmiş. Televizyonu takip edenler ise internet kullanımı (hem bilgisayar hem de mobil bağlantısı yoluyla).

Geçenlerde konuşma problemi yaşayan bir çocuğun, ilkokula uygunluğuyla birlikte diğer psikolojik değerlendirmelerini yapmak üzere bir görüşme gerçekleştirmiştim. Değerlendirmemin sonucunu idarecimle istişare ederken, bir müddet sonra vakadan uzaklaşıp çocuklarda son dönemde yaygın rastlanan konuşma problemlerine geldi sohbetin konusu. Kendi çocuğunun da sekiz yaşında olmasına rağmen hala bazı harfleri telaffuz edemediğinden, dili kullanma ve iletişim konusunda yaşadıkları zorlukları dile getirince, belli bir yaşa kadar çocuklarun dil konusunda benzer problemler yaşayabildiğini, bunun hem gelişimsel, hem de genetik faktörlere bağlı olarak gelişebilen bir durum olduğunu söyledim. Ancak yirmi yıl öncesinde yapılan araştırmaları ve makaleri ele alıp bugünle kıyasladığımız zaman, bu tarz gelişimsel problemlerin günümüzdeki kadar sık yaşanmadığını da ekledim. Bana sorarsanız, bu problemlerin gittikçe yaygınlaşmasının en önemli nedenlerinden biri, günümüz çocuklarının televizyon ve diğer kitle iletişim araçlarına (ve tabii sosyal medya kullanımını da atlamamak gerekiyor) daha fazla maruz kalmasıdır.

Televizyon izlemek (ya da bir önceki cümlemde bahsettiğim diğer aktiviteler) çocuğunuzun zekasını aktif bir şekilde kullanma imkanı tanımayan, iletişim ve etkilişim kuramayacağı ve aynı zamanda çocuğunuzu fiziksel yönden tembelleştiren bir aktivitedir. Dil gelişimi yönünden bakıldığında ise, televizyon ve çocuğunuz tek yönlü bir iletişim halindedir. Bunu asla unutmayın sevgili anneler. Çocuklarla çalışan bir psikolog olarak bana yöneltilen soruların bir çoğu, çocuklarıyla iletişim sorunu yaşayan annelerden geliyor. Yine aynı çoğunluk, biraz daha büyüyen çocuklarına söz dinletememekten yakınıyor. "Çocuğum beni dinlemiyor.", "Bir şey söylesem televizyondan (ya da bilgisayarın, telefonun başından) başını kaldırmıyor, asla sözümü yerine getirmiyor, kızsam bağırsam da bir şey farketmiyor", "Bizle konuşurken yüzümüze bakmıyor (kastettikleri şey, çocuğun kendileriyl konuşurken göz kontağının kurmaması)" ve buna benzer bir çok şeyden şikayet ediyorlar. 

Bu annelerin bir çoğunu tanıyorum, tanıdıklarımın hemen hepsi televizyonu bir çocuk bakıcısı gibi kullanan insanlar. Sabah uyandığı andan, akşam yatana kadar çocuğunu ekran karşısında bırakan, reklamla (ya da youtube videolarıyla) mama yediren, uyutan anneler... İtiraf etmek gerekirse bu annelerin çocuklarına acıyorum... 

Sevgili anneler, babalar! (Ya da etrafında anne baba sorumluluğunu üstlenmiş olduğu halde bu bilinçten mahrum olduğunu farkettiğiniz insanları uyarmak, tavsiyelerde bulunmak şeklinde bilinçli bir tavır sergilemek isteyen herkes) Size sesleniyorum!

Lütfen çocuklarınızı bu aptal kutusundan uzak tutun. Lütfen kendi ellerinizle çocuğunuzun beynini zehirlemeyin. Lütfen onların potansiyellerini arttırmak, zihinsel ve bilişsel yönden zenginleştirecek aktiviteler üretmek yerine tembellik etmekten vazgeçin. Lütfen, öncelediğiniz birçok şeyin, kendi çocuğunuzdan daha önemli olmadığını, çocuğunuzun bu en değerli anlarının bir daha geri getirilemeyeceğini idrak edin. Lütfen ebeveyn olarak kendinizi sorgulayın. Unutmayın, bebeklikten itibaren televizyon karşısında zaman geçiren bu çocukların iletişim kurabilen, sosyal olarak çevresiyle etkileşim halinde kalabilen, konuştuğu insanlarla göz kontağı kurabilen, kendi ihtiyaçlarını ifade edebilen ve karşısındaki insanların ihtiyaçlarına duyarlı davranabilen sorumluluk sahibi, empati kurabilen insanlar olmasını beklemek abesle iştigal olur...


Yazımı burada bitiriyorum. Son sözü, Amerikalı Fotoğrafçı Donna Stevens'in karelerine bırakıyorum. Stevens bu çalışmasının adına Idiot Box yani Aptal Kutusu adını vermiş. Televizyon seyreden çocukların vücut postürlerine bakınca, fazla söze hacet yok aslında...









Televizyonun zararlarını konu edindiğim diğer yazılarıma buradan ulaşabilirsiniz:






Aşkla Kalın!





10 Ağustos 2015 Pazartesi

Kuşu Neden Öldürmedin?



"Allah-u Teala sessiz ve karanlık bir gecede, kara taşın üstünde yürüyen kara karıncanın yürüdüğünü görür ve ayak seslerini işitir." 

Bu cümleyi ne zaman hatırlasam manevi bir kuvvet bulurum içimde. Tüm güzel esmalara sahip olan Yüce Rabbimizin azametini, kudretini düşünürüm... Bizde sınırlı olan görmek nimetini veren Rabbimizin, "El-Basir" isminin alemdeki tecellilerini düşünürüm. Mahlûkların intizamlı ve sanatlı vücutları, rızıkların yaratılması, ihtiyaç sahiplerine vakti saati gelince yetiştirilmesi... Gözle görülen, görülemeyen tüm nimetleri... Âlemdeki intizamı düşünürüm uzun uzun... Yine de idrakım sınırlıdır, bilemem, anlayamam hakkıyla...

Pek sevdiğim bir menkıbe anlatayım sizlere bu akşam;

Vakt-i evvelde Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri'nin  talebeleri içinde öyle bir talebe vardır ki, bütün iyilik ve fazîletler kendisinde mevcuttur. Sonradan gelmesine rağmen Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri onu ziyâdesiyle sevmektedir. Diğer talebeler de hâliyle bu talebeyi çekememektedir. Talebelerin bu hâli Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri'ne mâlûm olmuştur.

Bunun üzerine Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri talebelerini çağırarak, her birinin ellerine birer kuş verir ve şöyle der: "Aranızdan her biriniz bir kuşu yanına alsın, kuşla beraber gözlerden uzak bir yere gitsin, kuşu öldürsün ve sonra da ölüsünü bana getirsin."

Talebeler denileni yapmak üzere ortadan kaybolurlar. Aradan bir müddet zaman geçer, sonra her biri kuş ölüleriyle toplantı yerine geri dönerler. Yalnız o çok sevdiği talebesinin elindeki kuş hala sağdır.

Bu durumu gören Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri sorar: "Kuşu niçin öldürmedin?" 

Talebesi şöyle cevaplar: "Efendim, siz benden kuşu gözlerden ırak bir yerde öldürmemi istediniz ama ben aradım taradım, böyle bir yer bulamadım. Nereye gittiysem, gittiğim her köşenin en ücrasına kadar Allah-u Teala beni görüyordu."

Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri diğer talebelerine dönerek şöyle seslenir: "Arkadaşınızın fîrâsetini gördünüz mü?"




Ne hoş bir menkıbe, öyle değil mi? Allah her şeyi görür, duyar, en ince ayrıntısına kadar bilir...

*

Ey Rabbimiz, sen benim kelamımı işitiyorsun, beni de bu cümlelerimi okuyan din kardeşlerimi de görüyorsun. Biz senin affına muhtaç kullarınız. Bizleri bağışla ve bizlerde gördüğün, râzı olmadığın hâlleri ihsanınla ve kereminle bertaraf ve mağfiret et...


1 Ağustos 2015 Cumartesi

Kitap Kokusu: Bülbülü Öldürmek


Bazı kitaplar yıllar önce yazılmış olmasına rağmen bugüne seslenir , yarına ışık tutar. “Bülbülü Öldürmek” tam olarak bu kitaplardan biri bana kalırsa.


“Bülbülü Öldürmek” Harper Lee’nin bilinen ilk ve tek romanı olma özelliğine sahip olan, yayınlandığı dönemde olduğu kadar günümüzde de okuyucusunun ilgisini diri tutmayı başarabilmiş klasik bir eser.

Yazarımız Harper Lee'yi biraz daha yakından tanıyalım: 

1926 yılında Amerika’nın Alabama eyaletinin Monroeville şehrinde doğan Harper Lee, 1936 yılında, yani henüz on yaşındayken, yaşadığı kasabanın civarında gerçekleşen bir olaya tanık olur: kasabalarındaki zencinin biri beyaz bir kadına tecavüz suçundan haksızca yargılanır ancak suçsuz olduğu daha sonradan ortaya çıkar. Harper Lee bu olaydan çok etkilenir. Kendi babası da avukat olan yazar, bir dönem hukuk okur ama bitiremez ne yazık ki. Yıl 1956 olduğunda ise başta bu olay olmak üzere yaşadıklarını yazmaya başlar. Zamanla yazdığı tüm öyküler “Bülbülü Öldürmek” isimli kitabına evrilir.



Tanık olduğu bu olaylar, kurguyla birlikte bir hikayeye dönüşür Harper Lee'nin kaleminde. Ve biz bu hikayenin tamamını küçük, haşarı bir kız çocuğunun, Scout’un ağzından dinleriz. 

Abisine özenen, cinsiyet rolleriyle henüz uzlaşamamış bir kız çocuğudur Scout. Kendisinden beklenin dışında bir çizgisi vardır. Cesurdur ve bir o kadar da zeki.



Scout’un abisi Jem’i, kitap boyunca büyüyen ve çocukluktan ergenliğe geçişin o sancılı evrelerini yaşarken görürüz. Scout gibi onun da en büyük ve en önemli rol modeli, avukat olan babaları Atticus'tur. 

Ve tabii bir de Dill var. İki kardeşin de en iyi arkadaşıdır Dill ama Scout’un hisleri biraz daha farklıdır çünkü bir çocuğun erişilmez masumiyetiyle sevmektedir arkadaşını. Harper Lee, kitapta yer verdiği Dill isimli bu karakteri, gerçekte de kapı komşusu olan Truman Capote'dan esinlenerek oluşturduğunu belirtir.

Atticus Finch karakterinin sadece tanıtmakla yetinmek, bu karakteri yaratan Harper Lee’ye haksızlıkların en büyüğü olur bana kalırsa. Bu yüzden, gelin biraz daha ayrıntılı ele alalım bu müthiş karakteri:

Atticus Finch küçük bir kasabada yaşayan, anneleri ölmüş iki ufak çocuğa babalık vazifesini başarıyla sürdüren bir avukattır. Evet, kasabanın en önemli avukatıdır ancak avukat olmaktan öte bir babadır ve babalık rolünün de hakkını sonuna kadar verebilmektedir Atticus. Belki çocuklarına maddi miras bırakabilecek bir baba değil kendisi, ancak onlara sahip olabileceği en büyük mirası bırakıyor: ahlak ve dürüstlük. Çocukları Scout ve Jem’e; iyiyle, kötüyü, doğruyla yanlışı ayırt edebilmelerini sağlayacak altın öğütler veriyor her seferinde. Onlara takındığı tavır, bir çocuğu değil de bir yetişkini muhattap aldığını hissettiren türdendir ve bu da benim nazarımda fazlasıyla takdire şayandır.




Hikayemize geri dönelim:

1930lu yıllardan birinde başlar Scout hikayesini bize anlatmaya. O zamanlar tüm Amerika, Büyük Ekonomik Buhranla sarsılmıştır. Güney Amerika’daki en temel mesele ırk ayrımcılığı ve sosyal hiyerarşidir. Zenciler ötekileştirilmiştir, kendi vatanlarında köle durumundadırlar.

Durum böyleyken,  asılsız bir iddia atılır ortaya. Bir zenci, beyaz bir kadına saldırmakla suçlanır. Atticus Finch bu zencinin hakkını savunmak üzere savunmasını üstlenir. Statü sahibi bir beyazın, rezil bir zencinin avukatlığını üstlenebilme cesaretini gösterebilmesini anlayamamış olan  kasaba halkı topyekün bir saldırı başlatırlar Atticus Finch’e. Aslına bakılırsa, tüm kasaba Atticus’un ne kadar erdemli, ne kadar dürüst ve ne kadar düzgün bir kişilik olduğunu ve dahası zencinin suçsuz olduğunu çok iyi bilmektedir ancak –bilirsiniz, bazı sosyal statüler işin içine girince- çıkarlar  her şeyin üzerindedir.




Bu güzel eserin bir de beyazperdeye uyarlanışından bahsedelim: Kitapla aynı ismi taşıyan filmin yönetmenliğini Robert Mulligan üstlenmiş. Filmde en göz alıcı performans elbette Atticus Finch rolüyle Gregory Peck'e ait. Okurken zihnimizde canlanan idealist baba ve avukat rolünün hakkını oldukça iyi vermiş. Oscar jürisi de benimle aynı fikirde olmalılar ki 1963 yılında "En İyi Erkek Oyuncu" Oscarını Gregory Peck'e vermeyi uygun bulmuşlar. Netice itibariyle, 1960 yılında Pulitzer Edebiyat Ödülü'nü alan bu eser, 1963 yılında "En İyi Erkek Oyuncu", "En İyi Sanat Yönetmeni" ve "En İyi Uyarlama Senaryo" olmak üzere üç dalda Oscar'ı almaya hak kazanmış.


Filmdeki mahkeme sahnesi ve Atticus'un konuşması sinema tarihindeki unutulmazlardan bir tanesi. Amerikan Barolar Birliği Dergisi'nin yaptığı anketin sonucuna göre, "En İyi 25 Mahkeme Filmi" sıralamasında ilk sırayı "Bülbülü Öldürmek" almış. 


Yazımın başında "Bazı kitaplar yıllar önce yazılmış olmasına rağmen bugüne seslenir , yarına ışık tutar." demiştim. Bu kitabı okumuş olanlarınız neyi kastettiğimi çok daha iyi anlayabiliyorlar, biliyorum. Günümüzde yaşananları düşündüğüm zaman, hala kaynağını bilemediğim bir nefretin, öfkenin var olduğunu görüyorum. İşte bu, bahsi geçen kitabımızın bugüne seslendiği kısmı. Peki ya yarına ışık tutan yanı? Bu kaos ortamı, bu ötekileştirmeler yarın da var olacak. Asıl mesele bülbülü öldürüp öldürmediğimiz. (Bu kitabı okurken, bülbül (hoş tam olarak bülbül olarak da çevrilemez- Amerikalıların "mockingbird" ismini verdikleri kuştan bahsediyorum)den kastının ne olduğunu epey düşündüm. Aklıma gelenler arasında en kuvvetli ihtimal verdiklerim masumiyet ve adalet oldu. Bu yüzden masumiyetin ve adaletin artık öldüğünü düşünerek böyle bir tarizde bulunmaktı niyetim.)

Bir hukukçunun mutlaka okuması gerektiğini düşündüğüm için bu kitabı geçtiğimiz aylarda avukatıma hediye ettim. Kitaplığımda yokluğu epey hissediliyor, en kısa zamanda yenisi alınacak ^.^ Ayrıca bu kitabın, "The Help - Duyguların Rengi" kitabına da esin kaynağı olduğu kanaatindeyim. Duyguların Rengi'ni birkaç yıl önce beğenerek okumuştum, şayet okumadıysanız bu kitap da kesinlikle tavsiyemdir. 

BLOG DESIGN-Değmesin Yağlı Boya