Bazı kitaplar yıllar önce yazılmış olmasına rağmen bugüne
seslenir , yarına ışık tutar. “Bülbülü
Öldürmek” tam olarak bu kitaplardan biri bana kalırsa.
“Bülbülü Öldürmek” Harper Lee’nin bilinen ilk ve tek romanı
olma özelliğine sahip olan, yayınlandığı dönemde olduğu kadar günümüzde de okuyucusunun ilgisini diri tutmayı başarabilmiş klasik bir eser.
Yazarımız Harper Lee'yi biraz daha yakından tanıyalım:
1926 yılında Amerika’nın Alabama eyaletinin
Monroeville şehrinde doğan Harper Lee, 1936 yılında, yani henüz on yaşındayken,
yaşadığı kasabanın civarında gerçekleşen bir olaya tanık olur: kasabalarındaki zencinin biri beyaz bir kadına tecavüz suçundan haksızca yargılanır ancak suçsuz olduğu daha sonradan ortaya çıkar. Harper Lee bu olaydan çok etkilenir. Kendi babası da avukat olan yazar, bir dönem hukuk okur ama bitiremez ne yazık ki. Yıl 1956
olduğunda ise başta bu olay olmak üzere yaşadıklarını yazmaya başlar. Zamanla
yazdığı tüm öyküler “Bülbülü Öldürmek” isimli kitabına evrilir.
Tanık olduğu bu olaylar, kurguyla birlikte bir hikayeye dönüşür Harper Lee'nin kaleminde. Ve biz bu hikayenin tamamını küçük, haşarı bir kız çocuğunun, Scout’un
ağzından dinleriz.
Abisine özenen, cinsiyet rolleriyle henüz uzlaşamamış bir
kız çocuğudur Scout. Kendisinden beklenin dışında bir çizgisi vardır. Cesurdur ve bir o kadar
da zeki.
Scout’un abisi Jem’i, kitap boyunca büyüyen ve çocukluktan ergenliğe
geçişin o sancılı evrelerini yaşarken görürüz. Scout gibi onun da en büyük ve
en önemli rol modeli, avukat olan babaları Atticus'tur.
Ve tabii bir de Dill
var. İki kardeşin de en iyi arkadaşıdır Dill ama Scout’un hisleri biraz daha
farklıdır çünkü bir çocuğun erişilmez masumiyetiyle sevmektedir arkadaşını. Harper Lee, kitapta yer verdiği Dill isimli bu karakteri, gerçekte de kapı komşusu olan Truman Capote'dan esinlenerek oluşturduğunu belirtir.
Atticus Finch karakterinin sadece tanıtmakla yetinmek, bu
karakteri yaratan Harper Lee’ye haksızlıkların en büyüğü olur bana kalırsa. Bu
yüzden, gelin biraz daha ayrıntılı ele alalım bu müthiş karakteri:
Atticus Finch küçük bir kasabada yaşayan, anneleri ölmüş
iki ufak çocuğa babalık vazifesini başarıyla sürdüren bir avukattır. Evet, kasabanın en önemli avukatıdır ancak avukat olmaktan öte bir babadır ve babalık rolünün de hakkını
sonuna kadar verebilmektedir Atticus. Belki çocuklarına maddi miras bırakabilecek
bir baba değil kendisi, ancak onlara sahip olabileceği en büyük mirası bırakıyor:
ahlak ve dürüstlük. Çocukları Scout ve Jem’e; iyiyle, kötüyü, doğruyla yanlışı
ayırt edebilmelerini sağlayacak altın öğütler veriyor her seferinde. Onlara takındığı tavır, bir
çocuğu değil de bir yetişkini muhattap aldığını hissettiren türdendir ve bu da benim nazarımda fazlasıyla takdire şayandır.
Hikayemize geri dönelim:
1930lu yıllardan birinde başlar Scout hikayesini bize
anlatmaya. O zamanlar tüm Amerika, Büyük Ekonomik Buhranla sarsılmıştır. Güney Amerika’daki
en temel mesele ırk ayrımcılığı ve sosyal hiyerarşidir. Zenciler ötekileştirilmiştir,
kendi vatanlarında köle durumundadırlar.
Durum böyleyken, asılsız bir iddia atılır
ortaya. Bir zenci, beyaz bir kadına saldırmakla suçlanır. Atticus
Finch bu zencinin hakkını savunmak üzere savunmasını üstlenir. Statü sahibi bir beyazın,
rezil bir zencinin avukatlığını üstlenebilme cesaretini gösterebilmesini anlayamamış olan kasaba
halkı topyekün bir saldırı başlatırlar Atticus Finch’e. Aslına bakılırsa, tüm kasaba
Atticus’un ne kadar erdemli, ne kadar dürüst ve ne kadar düzgün bir kişilik
olduğunu ve dahası zencinin suçsuz olduğunu çok iyi bilmektedir ancak –bilirsiniz, bazı sosyal statüler işin içine
girince- çıkarlar her şeyin üzerindedir.
Bu güzel eserin bir de beyazperdeye uyarlanışından bahsedelim: Kitapla aynı ismi taşıyan filmin yönetmenliğini Robert Mulligan üstlenmiş. Filmde en göz alıcı performans elbette Atticus Finch rolüyle Gregory Peck'e ait. Okurken zihnimizde canlanan idealist baba ve avukat rolünün hakkını oldukça iyi vermiş. Oscar jürisi de benimle aynı fikirde olmalılar ki 1963 yılında "En İyi Erkek Oyuncu" Oscarını Gregory Peck'e vermeyi uygun bulmuşlar. Netice itibariyle, 1960 yılında Pulitzer Edebiyat Ödülü'nü alan bu eser, 1963 yılında "En İyi Erkek Oyuncu", "En İyi Sanat Yönetmeni" ve "En İyi Uyarlama Senaryo" olmak üzere üç dalda Oscar'ı almaya hak kazanmış.
Bir hukukçunun mutlaka okuması gerektiğini düşündüğüm için bu kitabı geçtiğimiz aylarda avukatıma hediye ettim. Kitaplığımda yokluğu epey hissediliyor, en kısa zamanda yenisi alınacak ^.^ Ayrıca bu kitabın, "The Help - Duyguların Rengi" kitabına da esin kaynağı olduğu kanaatindeyim. Duyguların Rengi'ni birkaç yıl önce beğenerek okumuştum, şayet okumadıysanız bu kitap da kesinlikle tavsiyemdir. |
önce bu kitabı okumak daha sonra da filmini izlemek istiyorum.
YanıtlaSilancak aradan yıllar geçip ben hala kitabını okuyamayınca filmini mi izlesem acaba diyorum. :(
Seyhan'cım filmi de çok hoş ama ben kitabı okumanı tavsiye ederim :)
Sil