22 Ekim 2014 Çarşamba

Kitap Kokusu - Sineklerin Tanrısı



Okurken düşündürten ve sorgulatan kitapları seven takipçiler hemen kalemi kağıdı hazır edin! Bugün blogda tam da böyle bir kitaptan bahsedeceğim: 

"Sineklerin Tanrısı"

"Sineklerin Tanrısı"nı bitireli haftalar oluyor ama, yazısı için bir türlü bilgisayarın başına oturamadım ne hikmetse. Öyle çalakalem de yazasım gelmedi, istedim ki dingin düşünebileyim yazarken. Nasip bugüneymiş. Bismillah diyerek başlayalım öyleyse!


Nobel Edebiyat Ödüllü İngiliz şair ve romancı William Golding'in 1954 yılında kaleme aldığı bu kitaba sıradan bir roman nazarıyla bakmak, William Golding'e yapılabilecek en büyük haksızlıklardan biri olur kanaatimce.Beklentilerin ve eğilimlerin  popüler kültür tarafından belirlendiği bir zaman diliminde böyle sarsıcı kitapları bulmanın güçlüğü yadsınılamaz bir gerçektir. Bu açıdan bakılınca, "Sineklerin Tanrısı" içerdiği alegori ve taşıdığı anlam yönüyle edebiyat tarihindeki önemini uzun yıllardır korumayı başarabilmiş bir eserdir diyebiliriz.


Kitabın önemini daha iyi idrak edebilmek için biraz daha başa, en başa sarmalıyız hikayeyi, çünkü bu kitabın edebiyat tarihine kazandırılması gerçekten hiç de kolay olmamış:

  "Zaman: Gelecek. Sömürgeler üzerinde patlayan bir atom bombası hakkında saçma ve ilginç olmayan bir fantezi. Bir grup çocuk, Yeni Gine yakınlarında bir vahşi yere düşer. Çöp ve sıkıcı. Manasız."

  İşte bu yazısıyla kendisine ulaşan kitabı reddetmiş Faber & Famp Yayınevi. Sadece yayınevi tarafından tek seferde reddedilişiyle kalsaymış, edebiyat dünyası için  koca bir kayıp olacakmış ancak, kitabın şansı Charles Monteith'in eline geçmesiyle değişivermiş. Montheith okuyunca kitabın ses getireceğine inanmış ancak yayınevini ikna etmesi hiç de kolay olmamış çünkü satış müdürüne göre asla para etmeyecek bir kitapmış bu. Yine de vazgeçmemiş Montheith, çünkü onun da editörlüğünü yapacağı ilk kitabıymış "Sineklerin Tanrısı". Montheith etrafındakileri ikna etmeyi başarmış ancak kitabın ilk baskısı umduğu ilgiyi uyandıramamış. Sonra, her ne olduysa, kitap birden "bir orman yangını" gibi yayılıvermiş üniversite öğrencileri arasında.


William Golding, İkinci Dünya Savaşı'nda gördüğü vahşetin akıl sınırlarını zorlayıcılığı karşısında, insanın doğası ve içinden gelen kötülüğü sorgulamak üzere yazdığı bu kitabında insanın herkesce bilinen tabiatına ters düşen iddialarda bulunuyor. Gelin, "Sineklerin Tanrısı"nın yazarından dinleyelim kitabının arkasında yatan temel düşünceyi:

 “İkinci Dünya Savaşı’ndan önce toplumsal insanın mükemmelleşebileceğine inanırdım; yani doğru bir toplum yapısı iyi niyeti üretecekti; ve bu sayede tüm toplumsal hastalıkları toplumu yeniden düzenleyerek ortadan kaldırabilirdiniz. Bugün de benzer bir şeye inanıyor olabilirim; ama, savaştan sonra inanmıyordum çünkü inanamıyordum. Bir insanın diğerine neler yapabileceğini keşfetmiştim. Bir insanın diğerini bir silahla öldürmesinden, ya da bir bombayla havaya uçurmasından söz etmiyorum. Totaliter devletlerde yıllardır süregiden sözcüklerle ifade edilemeyecek o kötülükleri düşünüyorum. Şu kadar çok Yahudi’nin şu veya bu şekilde ortadan kaldırıldığını söylemek bile yeterince kötüdür (temizlendi, böyle derler, şık bir deyimle); ama o dönem öyle şeyler yapılmıştı ki bunları bir kez düşünmeye başladığımda eğer aklımdan kovamazsam fiziksel olarak hasta oluyorum. Bunlar Yeni Gine’deki kafatası avcıları ya da Amazonlardaki bir ilkel kabile tarafından yapılmadı. Bunlar büyük bir ustalık ve soğukkanlılıkla eğitimli insanlar tarafından, doktorlar, kanun adamları, arkalarında bir uygarlık geleneğini taşıyan insanlar tarafından yapıldı. Tüm o yılları yaşayan biri, insanın arının bal yapışı gibi doğal bir  şekilde kötülüğü ürettiğini anlamıyorsa ya kör ya da aklını kaybetmiş olmalıdır. İnsanın ruhen hastalıklı bir yaratılışı olduğuna inanıyordum ve yapabileceğim en iyi şey yarattığı uluslararası felaketle hastalıklı doğası arasındaki bağlantının izini sürmekti.”


Aslına bakılırsa, William Golding'in kaleme aldığı "Sineklerin Tanrısı"nın ilk versiyonu, bugün okumuş olduğumuzdan biraz daha farklı olup, uzunca bir 3. Dünya Savaşı tasviri ile başlıyormuş. Bu savaştan korunmaya çalışılan bir grup çocuk uçakla sömürgelerin üzerinden uçarken bombalara hedef oluyor ama özel donanımı sayesinde ıssız bir adaya sağ salim inmeyi başarıyorlarmış. Kitabın basılması için yayınevini ikna eden editör Charles Montheith, kitabın girişindeki bu uzun savaş sahnelerinin çıkarılmasını teklif etmiş Golding'e. Bu teklifin yazarımız tarafından kabul edilmiş ve böylelikle de kitap günümüzdeki halini almış.

Kitaptaki tüm olaylar, çocukların bahsi geçen adaya düşmeleriyle başlar. Golding adayı tanıtırken, 1857'de Robert Michael Ballantyne tarafından yazılan Mercan Adası'na atıfta bulunur. Ancak aslına bakılırsa Golding'in kitabı, aslında bu romana bir baş kaldırıdır. Mercan Adası'nı okuyanlarınızın da hatırlayacağı üzere, kitaptaki hikaye adaya düşen üç İngiliz gencin bir süre yalnızbaşına kalmasının akabinde yerlilerle temas etmesi ile gelişir. Vahşi doğa parçasına kendi uygarlıklarını taşıyan bu hikayeye verilmiş sert bir cevap niteliği taşıyan "Sineklerin Tanrısı"ndaki hikayede adanın özellikleri benzerdir ancak çocukların sonu bir değildir.

Hikayenin buradan sonrasına değinmeyeceğim çünkü okumamış olanların zihninde merak ve soru işaretleri olsun istiyorum.  Eğer kitabı okumayı düşünüyorsanız, önemli bulduğum bir ayrıntıyı daha ele almak isterim: Benim tercihim, Türkiye İş Bankası Yayıncılığı'nın Mina Urgan çevirisinden yana oldu. Mina Urgan'ın daha önceleri kitabın başında önsöz olarak yer verilen ayrıntılı açıklaması aslında tüm kitabı özetler nitelikte. Benim okuduğum yeniden düzenlenmiş versiyonu olmalı ki; bu önsöz, sonsöz olarak kitabın sonuna konulmuştu. Hikaye bittikten sonra Mina Urgan'ın o muhteşem açıklamasını da okuyunca, oturmayan tüm taşlar da yerine oturmuş oldu.

Bu kitabın bir de sinemaya uyarlanış hikayesine değinip yazıma son vermek istiyorum.  
Kitap 2 kez sinemaya aktarılmış; biri 1963 yılında Peter Brook diğeri ise 1990 yılında Harry Hook tarafından. Ben her iki uyarlamasını da bizzat izledim. İlki siyah-beyaz, ikincisi ise renkli olan bu iki filmin kendi içinde ele alınması gereken ayrı noktaları var. Ama bana hangisinin daha başarılı olduğunu sorarsanız - kitabı okuyarak her iki filmi de izleyen hemen her arkadaşım gibi- tercihimi birinciden yana kullanırım. Aslına bakılırsa kitabı okuduktan sonra filmini izlemeyi pek tercih etmiyorum ama böylesi bir hikayenin nasıl sinemaya aktarıldığını oldukça merak ettim ve izledim. İlkinin, kitaba daha sadık kalınması yönüyle daha izlenebilir olduğunu düşünüyorum.



Velhasılı, ne özgünlük ne de edebi anlamda zirvelik iddiasında bulunabilecek bir kitap olmasa da, her kitaplıkta olması gereken bir kitap "Sineklerin Tanrısı". Esasen bu kitap, aslında hepimizin bildiği ancak dile getirmekten çekindiği gerçeklerden apaçık bir şekilde söz etme cesareti gösterebildiği ve  içimizdeki karanlık dehlizlere ışık tutabildiği için okunması ve okunurken üzerinde düşünülmesi gereken bir kitap.

Ne Mercan Adası'ndaki ne de Sineklerin Tanrısı'ndaki gibi eşsiz bir ada hayal etmemize gerek yok. Dünya her anlamda güzel bir yurt iken, biz  -içerisinde yaşayan insanlar- burayı cehenneme çevirmedik mi zamanla? Sırf daha rahat yaşayabilelim diye bizim rahatlığımız için rahatını feda eden insanların varlığını düşününce... Masum değiliz hiçbirimiz...

Madem yad ettik, kitap yazımızı minik serçenin sesiyle sonlandıralım.

Aşkla kalın!



8 yorum:

  1. Bu ayrıntılı yazı için ellerine sağlık :) Ben de birkaç yıl önce okumuştum ve bence de her kitaplıkta olması gereken kitaplardan biri. İnsanoğlu olarak bu dünyaya isterse bin kere gelelim, yine de ayn hataları tekrarlayacağımızı çok güzel anlatmış yazar. Bir de kitapta hiç kadın olmaması ilginç bir noktaydı benim açımdan.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkürler arkadaşım beğenmene çok sevindim :) Kitapta yer alan çocukların içinde kızlarda olsaydı hikayenin nasıl evrileceğini ben de merak etmedim değil...

      Sil
  2. Sanırım o zaman işin içine ikili ilişkiler gireceği için yazar anlatmak istediği noktayı vurgulayamayabilirdi. Çünkü ıssız bir adada ister istemez bir süre sonra kızlar ve erkekler arasında bir şeyler gelişecekti. O zaman da işler karışacaktı. Yazar işin kolayına kaçmış bence :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İşin içine kızlar girseydi bence kaos ortamı ikiye, üçe hatta daha fazlasına katlanırdı, bence de işin kolayına kaçmış yazar :)

      Sil
  3. Aslında Freud çok mutlu olurdu o zaman. Zaten saldırganlığa değinmiş, kötü olduğumuza... Bir de cinselliğe değinseymiş Psikoanalitik Kuram anlatırken kitap örneği bile olurmuş :) Kitabı merak ettim. Bir sonraki siparişimde ekleyeyim inşallah. Sen de çok güzel yazmışsın, epey emek vermişsin. Öncesi, sonrası, filmi... Maşallah canım :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Aynen ya kızlar da olsaymış belki de Freud'un teorisini destekleyen nitelikte bir kitap olduğu için fakültede ders kitabı niyetine de okutabilirlermiş :)
      Senin bana verdiğin motivasyon gerçekten beni mutlu ediyor Öznur'cum... Çabamın farkedilmesi ve takdir edilmesi ne naif bir davranış ben de sana çok teşekkür ediyorum arkadaşım :)

      Sil
  4. Ne Mercan Adası'ndaki ne de Sineklerin Tanrısı'ndaki gibi eşsiz bir ada hayal etmemize gerek yok. Dünya her anlamda güzel bir yurt iken, biz -içerisinde yaşayan insanlar- burayı cehenneme çevirmedik mi zamanla? Sırf daha rahat yaşayabilelim diye bizim rahatlığımız için rahatını feda eden insanların varlığını düşününce... Masum değiliz hiçbirimiz...

    Aynı düşünüyormuşuz. Yalnız çocuklarla bunu anlatması ayrı bir yaraladı beni.

    http://kanvekuller.blogspot.com.tr/2015/03/dusus-mahkumlarla-deney-yuzuklerin.html

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sizin yazınızı da okudum... Gerçekten üzerinde konuşulacak çok fazla bahis var.. Okumayanlara tez zamanda okumalarını öneriyoruz öyleyse :)

      Sil

Can-u gönülden yapılan birkaç satır kelamdır bu blog sahibesini sevindiren :)

BLOG DESIGN-Değmesin Yağlı Boya