18 Kasım 2014 Salı

Gül Ve Bülbül


Bir gül olmak nasıl bir duygudur acaba? Onca çiçeğin arasında, sevgiyi ve aşkı kendisinin temsil ettiğini bilir mi mesela? Ya da kokusunu 'En Sevgili' den aldığını? Allah'ın "Halilim!" dediği peygamberi fırlatılırken aylarca toplanarak tutuşturulan bu ateşe, onu kucaklayanın yine kendisi olduğundan haberdar mıdır?

 


Divan edebiyatında gül ve bülbül en bilindik mazmunlardan biridir. Birisi koynunda diken taşıyan nazlı ve nazenin bir maşuk, diğeri dikenlere aldırmadan gül dalında feryat eden dertli bir aşık... Gül, güzelliğini goncalar içinde saklar, bülbül goncanın açılmasını görebilmek için sabaha kadar diken üstünde dil dökerek bekler. Gül daima naz; bülbül ise niyaz halindedir.

Söz gül ve bülbüle gelmişse, onların hikayelerine değinmeden olmaz elbette. Derler ki, zamanın birinde bahçenin birinde bir kırmızı gül yaşarmış. Ne var ki, eşsiz güzelliğine rağmen tomurcuk olduğu günden beri kendini sıradan bir ot sanarmış. Gülün bu zannı, zaman içerisinde bir kabullenişe dönüşmüş; gül mevsimi gelip de bütün güzelliğiyle etrafa türlü renkler ve rayihalar saldığı günlerde bile bu böyle devam etmiş.

 Mevsimlerin güzü göstermesine yakın günlerde bahçeye bir bülbül girmiş. Bülbül, adeta kabuğuna sığınmış bir inci tanesi gibi, gül olduğunu unutup kendini saklamış bu gülü gördüğü ilk andan itibaren, yıllardır aradığı şeyi onda bulduğunu hissedivermiş. Yıllardır aradığı işte oradaymış. Kalbi çarpmış, içi titremiş. Daha önce hiç öyle olmadığı için ruhuna işlenmiş aşkı ilk görüşte tanımış.

Tanışmışlar ve uzun uzun konuşmuşlar. İlk günlerde gül oldukça şaşkınmış. "Ben gül değilim, gül olmadığım halde bu bülbülü neden sevdim?" diye geçiriyormuş içinden. Bu düşüncesi yanlış da olsa, gül olmadığına dair kabullenişini de değiştiremiyormuş ne yazık ki. Herşeye rağmen, "Acaba ben gül müyüm?" sorusu da düşmüş gülün aklına.

Çok geçmeden aşkını haykırmış bülbül, gülün güzel ve mahçup yüzüne bakarak. Gül, içinde ilk defa rastladığı ve anlam veremediği kıpırtıya rağmen bülbülün aşkına ve vuslat arzusuna çok şaşırmış. Öyle ya, aşkıyla meşhur bülbülün kendisi gibi bir otla ne işi olabilir?

Bülbül ise içinde yıllardır usul usul yanan ateşin sahibini bulmanın o engin coşkusuyla şakıyor, tekrar tekrar güle olan aşkını ve vuslat arzusunu haykırıyormuş güle ve tüm dünyaya. Gül telaşa kapılmış bir vaziyette "Ben gül değil, sıradan bir otum. Sen ise güle olan aşkını anlatmakla meşhur bir bülbül. Beni nasıl seversin?"

Günler hızla geçiyormuş. İlk günlerdeki gülün bülbüle olan ve tarifini yapamadığı ilgisi ve sevgisi, azalmak üzereymiş. Gül için, kendisini sıradan bir ot olarak görmek kolay geliyormuş anlaşılan o ki... Aşk sorumlulukları da beraberinde getiren zorlu birşeymiş ve gül de bu kişisel sorumluluğu üzerine almaktan ölesiye korkuyormuş. Öte yandan yüreği gel-gitler ile doluymuş gülün. Hem düşünmeden, ona verilenin armağan olduğunu bilmeden yaşamak istiyormuş, hem de gül olduğunu solduktan sonra farkedecek olmanın korkusunu taşıyormuş içinde.

Çok çaresizmiş bülbül. İçinde yanan ateşi birlikte paylaşmak yerine söndürmek için üzerine su dökmesi onu yaralıyormuş. Ama gel gelelim gül zaten bilmiyormuş bu ateşi söndürmenin bülbülün bülbüllüğünü yok etmekten başka işe yaramayacağını... Bülbül kararını vermiş, her ne pahasına olursa olsun güle olan aşkını ve daha da önemlisi ona bu aşkı yaşatan kendisinin hakiki bir gül olduğunu ispat edecekmiş. Aşkı bulunca söylemek yakışır, öyle değil mi?

"Her daim güle gönül vermek yakışır.
Haydi uzat dikenini, işte burada yüreğim.
Bülbüle gülün aşkıyla ölmek yakışır."

terennümüyle kalbini gülünün dikenine batırmış bülbül ve oracıkta can vermiş... O an gül, onu tekrar hayata döndürmek için uğraşsa da nafile, kendisinin bir gül olduğunu anlaması onu çok seven bülbülün hayatına mal olmuştu.

*

Hikayeyi evir çevir, istersen gül ol, istersen bülbül. Bu; benim, senin, hepimizin hikayesi. "Bin kapıdan, yüz bin kaleden içeri girebilirsin de, küçücük bir gönülden içeri giremezsin" diyen kimdi sahi? Neydi bülbülün aşkı için hayatına mal olan? Bilmiyordu gül güllüğünü; tanımıyordu kendisini; gözü kördü, kulağı sağırdı. Sanırım bundandı...

"Hiç kimse kendisinden başkasını söyleyemez,
Kendisinden başkasına söyleyemez,
Kendisinden başka birşey bilmez,
Kendisini bilmeyen hiçbir şeyi bilmez."

Boşuna demiyordu Yunus;

"İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendin bilmezsin
Ya nice okumaktır.
 ..
Yunus Emre der hoca
Gerekse bin var hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir. "



*

Bir çiçek olsaydım eğer, gül olmak isterdim. Yediveren gülleri dediklerinden. Değişen takvime inat tomurcuk açabilen, hüzünlerini gonca yapraklarında saklayabilen, vakti gelince de hüzne ram olmuş yüreğinden müthiş bir rayiha saçarak yaprak yaprak açabilen bir gül... Öyle ki güllüğünün farkına varabilmek için bülbül feda etmek zorunda kalmayan...

*

Yazı bu şarkıyla tamam oluyor efendim. Orjinal haliyle Edith Piaf'tan ya da en sevdiğim uyarlama haliyle Laura & Anton ikilisinden dinlemek sizin tercihinize kalmış.

Aşkla kalın!




4 yorum:

  1. "Aldırma söylenenlere:
    Varsın, görenler seni bir ot sansın.
    Sen gül ol da, uğruna ötmeyen bülbül utansın." :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yorumun söylenecek söz bırakmadı arkadaşım ^_^

      Sil
  2. Ne kadar güzel bir hikaye. Ne güzeldir gül olup bübül tarafından sevilebilmek..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Gül, güllüğünün farkındaysa ne alâ, yoksa canından oluyor bülbül...

      Beğenmene sevindim canım :)

      Sil

Can-u gönülden yapılan birkaç satır kelamdır bu blog sahibesini sevindiren :)

BLOG DESIGN-Değmesin Yağlı Boya