28 Ekim 2014 Salı

Kitapsever Demliksever Kupasever

Kitap kurtları iyi bilirler ki, bir kitaba eşlik edebilecek en güzel şey bir fincan çay ya da kahvedir. Hani satırlara gömülürken elinizdeki sıcacık bardaktan içeceğinizi yudumlamak kadar keyiflisi yoktur. Hele de bu türden bir demliğiniz ya da bir kupanız varsa... Neden mi bahsediyorum? Buyrun birlikte göz atalım öyleyse :)


 








 


Edgar Allan Poe'dan tutun da Jane Austen'e kadar - hatta Shakespeare sevenlere bile hitap eden demlikler dizayn etmişler. Kitapları sevenler eminim ki bu demliklere kocaman bir iç çektiniz :)

Hani mesela aşağıdaki gibi bir çay setim olsa... Evime gelen kitapsever dostlarıma güzel bir çay demleyip sohbet etsem doyasıya... Hayali bile güzel!

25 Ekim 2014 Cumartesi

Her İşte Bir Hayır Vardır



Sevdiğim bir hikayeyi paylaşmak istiyorum bugün sizlerle. Siz okurken kulak pasınızı silecek müzik benden, bir fincan kahve de sizden olsun :)


*

  Zamanın birinde, çok ama çok uzak bir ülkede hüküm süren bir kral yaşarmış... Kral'ın çocukluktan beri birlikte büyüdüğü ve çok sevdiği bir dostu varmış. Nereye gitse, nerde bulunsa bu çok sevdiği dostunu yanından ayırmazmış...

Gelin görün ki, kralın bu kadim dostunun da bir garip huyu varmış. İster kendi başına, ister başkalarının başına gelsin; ister iyi olsun, ister kötü her olay karşısında hep aynı şeyi dermiş: "Bunda da bir hayır vardır."

Yine bir gün, kral ve arkadaşı birlikte ava çıkmışlar. Kralın arkadaşı tüfekleri doldurup krala veriyor, kral da avına ateş ediyormuş. Kralın dostu muhtemelen tüfekleri doldururken bir hata yapmış olmalı ki tam kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patlamış ve kralın başparmağı kopmuş...

Size kralın arkadaşı ne söylemiş? Tabii ki meşhur sözünü: "Bunda da bir hayır vardır." Kral acı ve öfkeyle bağırmış: "Bunda hayır filan yok, görmüyor musun parmağım koptu!" Kral bu hadiseden dolayı öyle kızmış, öyle kızmış ki acımadan zindana attırmış kadim dostunu...

Aradan tam bir yıl geçmiş.  Kral ve arkadaşları, yamyam kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durmaları gereken tehlikeli bir bölgede avlanıyorlarmış. Kralı ve yanındakileri avlanırken gören yamyamlar onları zapt edip zorla köylerine getirmişler, ellerini ayaklarını bağlayıp köyün meydanına odunları yığmışlar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direğe kralı ve arkadaşlarını bağlamışlar...

Tam odunları tutuşturmaya geliyorlarmış ki, kralın başparmağının olmadığını farketmezler mi? Birden ürkmüşler bizim eksik parmaklı kralı görünce, çünkü onların kabilesinin inançları dolayısıyla eksik uzuvları olan insanlar yenmiyormuş. Şayet yerlerse de başlarına çok kötü şeyler geleceğine inanıyorlarmış. Bu durumdan öyle korkmuşlar ki anında kralı çözüp salıvermişler... Tabi diğerlerinin sonu malum...

Kral sarayına dönünce, zindana attırdığı dostunu bulup ondan özür dilemek istemiş çünkü yamyamların ellerinden kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde olduğunu anlamış. Emir verilip, dostu zindandan çıkartılıp karşısına getirilince bizim kral özrünü dilemiş ve ardından başından geçenleri anlatmış. "Haklıymışsın" demiş, "Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. Seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum, yaptığım çok büyük bir haksızlıktı."

Peki kralın kadim dostu ne cevap vermiş dersiniz? 
Tahmin ettiğiniz gibi aynı cümleyi tekrarlamış: 
 "Bunda da bir hayır vardır ." 

 Tabii bizim kral şaşkın şaşkın bakıvermiş dostunun yüzüne, "Ya ne diyorsun? Dostumu bir yıl boyunca zindanda tutmamın ne gibi bir hayrı olabilir?" Kralın dostu gülümsemiş ve şöyle cevap vermiş: "Düşünsene, ben zindanda değil de seninle birlikte olsaydım? 
O zaman da ben kurtulamazdım..."



*

Her işte bir hayır vardır. Bazen görebilir, farkedebiliriz bazense o hayrı görmeden hayıflanıveririz. Ne olursa olsun içinizi huzurlu tutun, nasılsa her işte bir hayır muhakkak ki vardır...

Ne buyuruluyor Bakara Suresi 216. Ayet-i Kerime'de:

"Hoşlanmayacağınız bir şey olur ki, o sizin için bir hayırdır. 
Ve seveceğiniz bir şey olur ki, o sizin için bir şerrdir. 
Ve (bütün bunları) Allah bilir, siz bilmezsiniz."

*

Hicri Yılbaşınız kutlu olsun efendim. Dilerim Hicri takvimin yeni yılı tüm Müslüman alemi için hayırlara vesile olur...

Keyifli bir haftasonu geçirmeniz dileğiyle...

Aşkla kalın!







22 Ekim 2014 Çarşamba

Kitap Kokusu - Sineklerin Tanrısı



Okurken düşündürten ve sorgulatan kitapları seven takipçiler hemen kalemi kağıdı hazır edin! Bugün blogda tam da böyle bir kitaptan bahsedeceğim: 

"Sineklerin Tanrısı"

"Sineklerin Tanrısı"nı bitireli haftalar oluyor ama, yazısı için bir türlü bilgisayarın başına oturamadım ne hikmetse. Öyle çalakalem de yazasım gelmedi, istedim ki dingin düşünebileyim yazarken. Nasip bugüneymiş. Bismillah diyerek başlayalım öyleyse!


Nobel Edebiyat Ödüllü İngiliz şair ve romancı William Golding'in 1954 yılında kaleme aldığı bu kitaba sıradan bir roman nazarıyla bakmak, William Golding'e yapılabilecek en büyük haksızlıklardan biri olur kanaatimce.Beklentilerin ve eğilimlerin  popüler kültür tarafından belirlendiği bir zaman diliminde böyle sarsıcı kitapları bulmanın güçlüğü yadsınılamaz bir gerçektir. Bu açıdan bakılınca, "Sineklerin Tanrısı" içerdiği alegori ve taşıdığı anlam yönüyle edebiyat tarihindeki önemini uzun yıllardır korumayı başarabilmiş bir eserdir diyebiliriz.


Kitabın önemini daha iyi idrak edebilmek için biraz daha başa, en başa sarmalıyız hikayeyi, çünkü bu kitabın edebiyat tarihine kazandırılması gerçekten hiç de kolay olmamış:

  "Zaman: Gelecek. Sömürgeler üzerinde patlayan bir atom bombası hakkında saçma ve ilginç olmayan bir fantezi. Bir grup çocuk, Yeni Gine yakınlarında bir vahşi yere düşer. Çöp ve sıkıcı. Manasız."

  İşte bu yazısıyla kendisine ulaşan kitabı reddetmiş Faber & Famp Yayınevi. Sadece yayınevi tarafından tek seferde reddedilişiyle kalsaymış, edebiyat dünyası için  koca bir kayıp olacakmış ancak, kitabın şansı Charles Monteith'in eline geçmesiyle değişivermiş. Montheith okuyunca kitabın ses getireceğine inanmış ancak yayınevini ikna etmesi hiç de kolay olmamış çünkü satış müdürüne göre asla para etmeyecek bir kitapmış bu. Yine de vazgeçmemiş Montheith, çünkü onun da editörlüğünü yapacağı ilk kitabıymış "Sineklerin Tanrısı". Montheith etrafındakileri ikna etmeyi başarmış ancak kitabın ilk baskısı umduğu ilgiyi uyandıramamış. Sonra, her ne olduysa, kitap birden "bir orman yangını" gibi yayılıvermiş üniversite öğrencileri arasında.


William Golding, İkinci Dünya Savaşı'nda gördüğü vahşetin akıl sınırlarını zorlayıcılığı karşısında, insanın doğası ve içinden gelen kötülüğü sorgulamak üzere yazdığı bu kitabında insanın herkesce bilinen tabiatına ters düşen iddialarda bulunuyor. Gelin, "Sineklerin Tanrısı"nın yazarından dinleyelim kitabının arkasında yatan temel düşünceyi:

 “İkinci Dünya Savaşı’ndan önce toplumsal insanın mükemmelleşebileceğine inanırdım; yani doğru bir toplum yapısı iyi niyeti üretecekti; ve bu sayede tüm toplumsal hastalıkları toplumu yeniden düzenleyerek ortadan kaldırabilirdiniz. Bugün de benzer bir şeye inanıyor olabilirim; ama, savaştan sonra inanmıyordum çünkü inanamıyordum. Bir insanın diğerine neler yapabileceğini keşfetmiştim. Bir insanın diğerini bir silahla öldürmesinden, ya da bir bombayla havaya uçurmasından söz etmiyorum. Totaliter devletlerde yıllardır süregiden sözcüklerle ifade edilemeyecek o kötülükleri düşünüyorum. Şu kadar çok Yahudi’nin şu veya bu şekilde ortadan kaldırıldığını söylemek bile yeterince kötüdür (temizlendi, böyle derler, şık bir deyimle); ama o dönem öyle şeyler yapılmıştı ki bunları bir kez düşünmeye başladığımda eğer aklımdan kovamazsam fiziksel olarak hasta oluyorum. Bunlar Yeni Gine’deki kafatası avcıları ya da Amazonlardaki bir ilkel kabile tarafından yapılmadı. Bunlar büyük bir ustalık ve soğukkanlılıkla eğitimli insanlar tarafından, doktorlar, kanun adamları, arkalarında bir uygarlık geleneğini taşıyan insanlar tarafından yapıldı. Tüm o yılları yaşayan biri, insanın arının bal yapışı gibi doğal bir  şekilde kötülüğü ürettiğini anlamıyorsa ya kör ya da aklını kaybetmiş olmalıdır. İnsanın ruhen hastalıklı bir yaratılışı olduğuna inanıyordum ve yapabileceğim en iyi şey yarattığı uluslararası felaketle hastalıklı doğası arasındaki bağlantının izini sürmekti.”


Aslına bakılırsa, William Golding'in kaleme aldığı "Sineklerin Tanrısı"nın ilk versiyonu, bugün okumuş olduğumuzdan biraz daha farklı olup, uzunca bir 3. Dünya Savaşı tasviri ile başlıyormuş. Bu savaştan korunmaya çalışılan bir grup çocuk uçakla sömürgelerin üzerinden uçarken bombalara hedef oluyor ama özel donanımı sayesinde ıssız bir adaya sağ salim inmeyi başarıyorlarmış. Kitabın basılması için yayınevini ikna eden editör Charles Montheith, kitabın girişindeki bu uzun savaş sahnelerinin çıkarılmasını teklif etmiş Golding'e. Bu teklifin yazarımız tarafından kabul edilmiş ve böylelikle de kitap günümüzdeki halini almış.

Kitaptaki tüm olaylar, çocukların bahsi geçen adaya düşmeleriyle başlar. Golding adayı tanıtırken, 1857'de Robert Michael Ballantyne tarafından yazılan Mercan Adası'na atıfta bulunur. Ancak aslına bakılırsa Golding'in kitabı, aslında bu romana bir baş kaldırıdır. Mercan Adası'nı okuyanlarınızın da hatırlayacağı üzere, kitaptaki hikaye adaya düşen üç İngiliz gencin bir süre yalnızbaşına kalmasının akabinde yerlilerle temas etmesi ile gelişir. Vahşi doğa parçasına kendi uygarlıklarını taşıyan bu hikayeye verilmiş sert bir cevap niteliği taşıyan "Sineklerin Tanrısı"ndaki hikayede adanın özellikleri benzerdir ancak çocukların sonu bir değildir.

Hikayenin buradan sonrasına değinmeyeceğim çünkü okumamış olanların zihninde merak ve soru işaretleri olsun istiyorum.  Eğer kitabı okumayı düşünüyorsanız, önemli bulduğum bir ayrıntıyı daha ele almak isterim: Benim tercihim, Türkiye İş Bankası Yayıncılığı'nın Mina Urgan çevirisinden yana oldu. Mina Urgan'ın daha önceleri kitabın başında önsöz olarak yer verilen ayrıntılı açıklaması aslında tüm kitabı özetler nitelikte. Benim okuduğum yeniden düzenlenmiş versiyonu olmalı ki; bu önsöz, sonsöz olarak kitabın sonuna konulmuştu. Hikaye bittikten sonra Mina Urgan'ın o muhteşem açıklamasını da okuyunca, oturmayan tüm taşlar da yerine oturmuş oldu.

Bu kitabın bir de sinemaya uyarlanış hikayesine değinip yazıma son vermek istiyorum.  
Kitap 2 kez sinemaya aktarılmış; biri 1963 yılında Peter Brook diğeri ise 1990 yılında Harry Hook tarafından. Ben her iki uyarlamasını da bizzat izledim. İlki siyah-beyaz, ikincisi ise renkli olan bu iki filmin kendi içinde ele alınması gereken ayrı noktaları var. Ama bana hangisinin daha başarılı olduğunu sorarsanız - kitabı okuyarak her iki filmi de izleyen hemen her arkadaşım gibi- tercihimi birinciden yana kullanırım. Aslına bakılırsa kitabı okuduktan sonra filmini izlemeyi pek tercih etmiyorum ama böylesi bir hikayenin nasıl sinemaya aktarıldığını oldukça merak ettim ve izledim. İlkinin, kitaba daha sadık kalınması yönüyle daha izlenebilir olduğunu düşünüyorum.



Velhasılı, ne özgünlük ne de edebi anlamda zirvelik iddiasında bulunabilecek bir kitap olmasa da, her kitaplıkta olması gereken bir kitap "Sineklerin Tanrısı". Esasen bu kitap, aslında hepimizin bildiği ancak dile getirmekten çekindiği gerçeklerden apaçık bir şekilde söz etme cesareti gösterebildiği ve  içimizdeki karanlık dehlizlere ışık tutabildiği için okunması ve okunurken üzerinde düşünülmesi gereken bir kitap.

Ne Mercan Adası'ndaki ne de Sineklerin Tanrısı'ndaki gibi eşsiz bir ada hayal etmemize gerek yok. Dünya her anlamda güzel bir yurt iken, biz  -içerisinde yaşayan insanlar- burayı cehenneme çevirmedik mi zamanla? Sırf daha rahat yaşayabilelim diye bizim rahatlığımız için rahatını feda eden insanların varlığını düşününce... Masum değiliz hiçbirimiz...

Madem yad ettik, kitap yazımızı minik serçenin sesiyle sonlandıralım.

Aşkla kalın!



19 Ekim 2014 Pazar

Hayatınızdaki Vampirleri Tanıyor Musunuz?

İnternette dolaşırken denk geldiğim bir yazıyı sizlerle de paylaşmak istedim. Yazının içeriği vampirlerle alakalı. Hemen korkmayın! Ya da korkun! Çünkü bu vampirler kan emici vampirler gibi değil.  Aksine, çok daha önemli birşeyi emiyor: hayat enerjisi.

Şaka yoluyla iğneleyerek, her daim arabesk takılıp size dert küpü muamelesi yaparak, sürekli kendi hayatının ne denli güzel olduğundan dem vurarak -ve dahasıyla-  hayat enerjimizi sömüren vampirlerin ne kadar farkındayız?

Gün sonundaki yorgunluklarımızın nedeni fiziksel yorgunluklarımız olmuyor her zaman. Belki de biri vardır bizi tükenmiş, bitkin, huzursuz, yorgun ve bitkin hissettiren. O kişi hayat enerjimizi emerken bizler ya farkına varamayız bu vaziyetin ya da el-mahkum kapılmış gidiyoruzdur bahtımızın rüzgarına...

Mutsuzların, huzursuzların, bitkinlerin, tükenmişlerin hayatında muhakkak ki hayat enerjisini emici bir vampir vardır! Belki de yapılacak en önemli şeylerden biri, insan ilişkilerini gözden geçirmek ve hayat enerjisini sömüren bu vampirlerden kurtulmaktır. 

Dilerim bu yazı, hayatınızdaki vampirlere karşı köklü bir ihtilal başlatmanıza vesile olur.



Zihnimizdeki olumsuzluklardan arınmış huzurlu bir pazar sabahı olsun efendim...

Aşkla kalın!




Enerji vampirlerini çeşitleri ve özellikleri
     
Vampirler sizin pozitif yaşam enerjinizle beslenen kişilerdir. Kendileri pozitif enerji üretme yeteneklerini (tembellik, geçmiş travma vs gibi sebeplerden dolayı) kaybetmiş olduklarından yaşamak için sizin yaşam enerjinize ihtiyaçları vardır ve bu enerjiyi almak için ellerinden geleni yaparlar. Bunlar sözde “arkadaşlarınız”, “dostlarınız”, çalışma arkadaşlarınız, sevgiliniz, eşiniz hatta aile üyeleriniz bile olabilir. Bir toplantıda, eğlencede kısa süre için bir araya geldiğiniz enerji vampirleri değil ama sürekli hayatınızda olan enerji vampirleri sizin için büyük bir sorundur.

Duygusal Vampirler:

     
Duygusal vampirler sizin duygularınızın yarattığı pozitif enerjiyle beslenirler. Birkaç değişik tipi vardır.

Arsızlar, vampir kişiliklerini açık bir şekilde yaşarlar. Bunlar kendi enerjilerini kıskançlık, haset ve başkalarında olup de kendilerinde olmayan şeyler üzerinde harcadıkları için kendilerini iyi hissetmek için gözünüzün içine baka baka pozitif enerjinizi söküp alırlar. Bunlar aşağılama, iğneleme, eleştirme, alay etme ve değersiz hissettirme yöntemlerini kullanarak sizin enerjinizle beslenirler. Durduk yere size aklınızdan günlerce çıkmayan laflar eden birisini hatırlıyor musunuz? Ya da altan alta sizi sürekli iğneleyen birisini? Bir şekilde sizin moralinizi bozmayı başaran birisini?

Diğer bir grup ise gizli saldırgandır. Aslına bakarsanız bu tipteki insanlar epey bir arkadaş canlısı sevecen görünürler. Dolayısıyla ilk gruptan çok daha tehlikelidirler. İşlerini kendilerini kamufle ederek hallederler.  Çenesi Düşükler ve Şakacı tipler o ilişkinin merkezine kendilerini çekerek beslenirler. Hangi konu olursa olsun en çok onlar bilir ve en çok onlar konuşur. İş yerinde durmadan ve usanmadan ilişkilerinden, evlilik hazırlıklarından, bebeklerinden, bahseden bu tiplerdir. Günün sonunda şişmiş bir kafayla ve iç daralmasıyla sizi başbaşa bırakırlar. Öte yandan durmadan şaka ve komiklik yaptığı için gerçek bir ilişki yaşayamadığınız ve bir süre sonra sizi yorgun ve tükenmiş hissettiren birilerini tanıdınız mı hiç?

2 Ekim 2014 Perşembe

Bu Filmi İzlememiş Olanınız Var Mı?


Hazır tatil moduna geçmek üzereyken, bir film tavsiyesi vermeden olmaz. Sıkı sinema takipçileri eminim ki bu filmi es geçmemişlerdir ancak yine de izlememiş birilerinin olduğu yerlere yazdıklarım ulaşır düşüncesiyle, bu filme dair birkaç - tamam tamam birkaç fazla satır yazmak isterim:


"The Truman Show", koskocaman bir okyanusta, kendi halinde yüzerken birden kafasını akvaryumun camına çarparak uyanan adamın, Truman Burbank'ın hikayesi. 

Filmin içerik ve analizinden önce böyle başarılı bir yapımı sinema tarihine kazandıran kişileri yad etmek isterim: 1998 yapımı filmin senaryosu, parlak bir zekanın tüm ışıltısını üzerinde taşıyan senarist Andrew Niccol'un kaleminden çıktı. Kendisinin senaryo yazarlığındaki sınır tanımazlığına "In Time" ve "The Terminal" gibi filmlerinde tanık olmuşsak da, bence "The Truman Show"un, Niccol'un ustalık eseri olduğunu söylemek kesinlikle abartılı bir ifade olmaz. Niccol'un muhteşem senaryosunun kimin elinde hayat bulduğu sorusuna gelince, cevabı "Dead Poets Society" den hafızalarımıza kazanan Peter Weir'den başkası değildir.  Ve bana kalırsa, Weir'in de yaptığı en başarılı işlerin başında gelir bu film.



Tabii bir de Truman var.  Daha anne rahminde embriyo halindeyken takibe alınan, dünyanın birçok ülkesinde kendi adında tv programları düzenlenen, haftanın her günü, her saati şehirdeki beş bine yakın kamera ve yüzlerce figüran tarafından kontrol edilen zavallı Truman. İşte o Truman, beden diline dayalı performansıyla yer aldığı popüler komedi filmlerinden hatırladığımız komik adam Jim Carrey. Ancak söylemek gerekir ki Carrey'in bu filmdeki oyunculuk performansı, o güne kadar yaptıklarından çok daha fazlası. 

Jim Carrey bu filminden sonra komik adam olma etiketini üzerinden koparıp atmasa da en azından sonraki filmlerinde çok farklı türlerde ve bambaşka rollerde karşımıza çıkmayı başardı. Bu yüzden, kariyerindeki dönüşümün belki de başlangıç noktası olarak belirlenebilir bu film.


 Doğduğu andan, içinde yaşadığı çevrenin tamamen kurmaca bir hayat olduğunu anlayana kadarki süreçte, Truman'ın vaziyetini kendinizinkiyle kıyaslamamanız işten değil - en azından yakın bir tarihte "BBG - Biri Bizi Gözetliyor" adında bir yarışma programına ülkece seyircilik yapmışken, insanların hayatının en mahrem yönlerini instagramlarda, facebooklarda bağıra bağıra afişe edildiğine şahitlik ederken ve bunu yaparken kendilerinin ve takipçilerinin aldıkları keyife seyirci olurken...


Senarist Niccol'un bu yazısına yer vermeden bitirmek olmaz değil mi?


Sahte hayatlar yaşamaya çok alıştık internet alemine daldık dalalı. Daimi bir takip edilme hevesiyle kendi özel hayatımızı gözler önüne sermekten büyük bir keyif duyar olduk. Hayatımıza dair ne varsa, paylaşım sitelerinde ayan beyan ortaya döktük ve bu, bizim popülerlik yolundaki en büyük adımımız oldu.

Halbuki git gide yalana dönen, sahteliğe meyleden bir yaşam döngüsünde yol alıyorduk, bilemedik. 

Bir kafede otururken “Sıkıldım” desek hiç kimse dönüp bakmazken bize, bu sözü internette bir siteye yazınca onlarca yorum almaktan dolayı göğsümüz kabardı. 500 – 1000 sanal arkadaşımız olunca kendimizi sosyalleşmiş saydık fakat bir sinema filmini yalnız izlemek zorunda kaldığımızda bile o arkadaşların sahteliğinden şüphelenmek aklımıza gelmedi.
İşte bu bizim takip edilme, izlenme isteğimizdendir.

Bir başka ve daha evvel bir zamana ait olan televizyon ise başka bir yönümüzü ortaya koydu. Başka insanların hayatına olan merak. Televizyonla birlikte, kendi hayatımızı yaşamaktansa, başka insanların yaşadıklarını izlemeye koyulduk büyük bir iştahla.

İnsanlarıın en özeline kadar soktuk burnumuzu, yetmedi eleştirmeye, akıl vermeye bile başladık. Onlar yaşadılar biz izledik. Onların hayatındaki her şeyi merak etmeye başladık. Bir adam hayal kurdu mesela, biz o hayale ondan fazla inandık. 

Eve gelince ilk iş televizyonu açtık dünyada neler olmuş diye bakmak için. Ama aslında dünyada neler olduğunu, eve gelmeden az evvel kendi gözlerimizle görmekteydik. 

İşte bu da bizim takip etme, izleme isteğimizdendir.

İzlemeye, izlenmeye ve gönüllü köleliğinize devam edin..

Gördüğünüz üzere, aslında "The Truman Show" ziyadesiyle biziz. Medya ve toplum eleştirisini en keskin biçimde seyirciye sunan bu etkileyici yapımı henüz izlememiş olmak bence büyük bir eksiklik, benden söylemesi!

Ha yazım bitmişken, hani olur ya belki sizi göremem, iyi günler, iyi akşamlar, iyi geceler :)

Keyifli seyirler; sevdiklerinizle koskocaman mutluluklar yaşayabileceğiniz güzel bir bayram olsun efendim...


 

16 Eylül 2014 Salı

Kai Po Che


 Bollywood seven takipçilerimin benden daha fazla film yazısı beklediğinin farkındayım çünkü ne zaman blog istatistiklerini açsam en çok okunanlar içerisinde hatrı sayılır kısmın film yazılarım olduğunu görüyorum. Tabii uzunca zaman film yazısı kaleme almamamın nedeni eskisi kadar sık film izlemiyor olmam değil kesinlikle. Aksine haftada en az iki akşamımı film izlemeye ayırıyorum ancak eskisi kadar üzerine kelam edebileceğim kaliteli yapımlar bulamıyorum. Özellikle Bollywood sinemasında bilinen klasikleri çoktan tükettiğimden midir bilinmez, ümitsizlikle bu klasiklerdeki tadı yakalayabileceğim filmleri arayıp durdum. Birçoğunu izleyip hayal kırıklığına uğradım derken, bir filmle karşılaştım. İzleyen biri ısrarla izlenilmesi gerektiğinden bahsediyordu. Bende bu filme bir şans vermek istedim. 

Şimdi neticeyi merak ediyorsunuz değil mi? O zaman gelin, etkileri henüz üstümden silinmemişken bu güzel filme birlikte göz atalım. Yalnız en başından belirtmeliyim ki, bu filmde bolca kahkaha ve gözyaşı var. Arkadaşlık var, aşk var, tutku var, hırs var, spor var, dram var sosyopolitik hadiseler var. Yani izlemeniz için çok sebep var bu filmde.

 
 
Kai Po Che, 2013 yapımı bir Bollywood filmi. Yönetmenliğini Abhishek Kapoor'un üstlendiği filmin başrollerinde Sushant Singh, Rajkummar Rao ve Amrita Puri 'yi görüyoruz. Filmdeki uçurtma sahnesinde, herkesin gökyüzünde uçurtma uçururken diğerinin ipini keserek düşürmeye çalıştığını, Ishan'ın arkadaşı Omi'nin uçurtmasını düşürdükten sonra "Kai Po Che" yani  "Uçurtmanı Kestim" dediğine şahit oluyoruz. Film her ne kadar adını buradan alıyor olsa da, aslında Chetan Bhagat'ın "The 3 Mistakes of My Life"  isimli bestseller romanından uyarlanmış.


Filmle ilgili değinmek istediğim iki önemli nokta var. Filmi başarılı kılan bu iki noktadan ilki ve en önemlisi, oyuncuların performansı ve rolleriyle bütünlük sağlamış olmaları. Sushant'ın Ishaan karakteriyle bütünleştiği o karizmatik ve kendinden emin tavrı, Omi rolüyle Amrit'in sakin ve tutarlı hali, Govi rolüyle Rajkummar'ın aksiyonu arttıran o performansı... Üç erkeğin, bir yandan yetişkin bir birey olmanın peşinde getirdiği zorluklarla mücadele ederken diğer yandan arkadaşlık bağlarını korumaya çalışması... Bu dostluk bağını koparmak için kurduğu komplolarla şansını zorlayan hayatın kendisi... Hani daha önce hiçbir filmini izlememiş olsam da, "iyi iş çıkarmışlar" dedirten, izlerken hikayedeki duyguyu hissettiren ve bu yüzden performansları yönünden benden  tam not alan isimler hanesine girmeyi başardılarbu üç isim.



İkinci önemli nokta ise filmin oldukça gerçekçi olması. Herhangi bir sihir, mucize ya da hayal ürünü bir zemin yok bu filmde. Diyaloglar hakeza öyle. Herşeyi birbiriyle ilişkilendirmek oldukça kolay, bu da filmi oldukça anlaşılır kılıyor ve seyircinin hikayeyle arasında bir bağın oluşmasına katkı sağlıyor bana kalırsa.

Hani derseniz herşey mi dört dörtlük bu filmde, elbette değil. Kendimce bu filmi eleştirdiğim zaman en büyük hatanın, birden çok konunun işlenmeye çalışarak yapıldığını görüyorum. Hikayedeki kahramanlarımız hem yeni bir işi sıfırdan kuruyor, yaşadıkları doğal afetin ardından hayatlarına devam etmeye çalışıyor, politik ve tarihi bir hüsumetin ortasında kavram arayışlarını sürdürüyor; içlerinden biri  kriket turnuvasını kazanması için gelecek vaad eden bir çocuğa hayatı pahasına sahip çıkıyor, diğeri aşık oluyor. Anlayacağınız, filmde o kadar çok olay cereyan ediyor ki; hiçbirine hakkı verilerek yoğunlaşılamıyor ve anlatılmak istenen sorunlar tam olarak çözülemiyor. Bana kalırsa, işlediği konu itibariyle sınırlandırılmış bir hikaye olarak kalmayı tercih edip,  ilişkilere ve karakterlere daha fazla yoğunlaşılsaydı, oyuncularımız sergilediğinden daha üstün bir oyunculuk performansı sergiliyor olabilirlerdi.


Velhasılı, Kai Po Che birçok yönüyle izlenilesi ve arşivlendirilesi bir yapım. Hani siz de benim gibi uzun zamandır güzel ve içinizi ısıtacak bir film arayışı içerisindeyseniz, bu film için şans vermeye değer...

Fragmanına göz atmak isterim derseniz, buradan.

Keyifli seyirler.

14 Eylül 2014 Pazar

Kitap Kokusu - Ben Malala


Malala Yusufzay'ı bu kitapla tanıdım ben. Bir kitapçıda rastladım kendisine. Işık saçan gözleri ve kendinden emin duruşuydu beni celbeden. Bir de o kanı durduran kapak cümlesi.

"Ben Malala 
Eğitim Hakkını Savunduğu İçin Taliban Tarafından Vurulan Kız"


Ülkemizde, -özellikle de Anadolu'da-  kızların da erkekler kadar eğitim hakkına sahip olduğu hala söylenilegelir. Hatta kızların daha fazla okuması için bir sürü eğitim kampanyası düzenlenir. Nedense eğitim hakkını vurgulayan bu cümleler havada kalır birçok zaman. Bizim ülkemizde okulları acımasızca bombalayan, kesik kafaları meydanlarda sallandıran, insanları hunharca katleden, adı Taliban olan azılı bir terör örgütü yoktur. Her ne kadar Doğu'da bir takım terör olayları gerçekleşiyor olsa da, kızlarımız mevcut şartlar dahilinde eğitim haklarını alabiliyorlar. Sanırım bizler, böyle bir ülkede hayatlarımızı sürdürürken kelimelerin gücünü tam olarak idrak edemiyoruz çünkü hiçbir zaman sesimizin değerini anlayacak kadar uzun süre susturulmadık.

Malala Yusufzay henüz 17 yaşında bir kız çocuğu. Bundan tam iki yıl önce, Pakistan'da eğitim hakkını savunduğu için Taliban militanları tarafından vuruldu. Kız çocuklarının eğitim hakkını savunduğu için Taliban'ın 2009'dan beri hakkında ölüm emri verdiği Malala, 2012 yılının Ekim ayında, sadece kızların olduğu bir okul servis aracına giren Taliban tetikçisi tarafından  "Malala hanginiz? Yoksa hepinizi öldürürüm" tehdidinin akabinde silahlı saldırıya uğradı. Boynundan ve kafasından ağır yaralanan Malala'nın geçirdiği başarılı beyin operasyonunun ardından 16.cı yaş gününde Gençlik Meclisinde yaptığı konuşma, başta Birleşik Milletler Genel Sekreteri Ban Ki Moon olmak üzere, BM'deki devlet başkanları ve diplomatlar tarafından ayakta alkışlandı. BM'nin onun adına bir gün belirlemiş olmasına rağmen, “Malala günü benim günüm değil. Bugün hakları için seslerini yükselten her kadın, her oğlan ve her kızın günüdür” sözüyle hafızalara kazındı.

Malala ülkesindeki kızların eğitim haklarını savunan kampanyalar düzenlemeye başladığında henüz çocuktu; azılı terör örgütü Tailban'a kafa tutan, cümleleri boyundan büyük bir kız çocuğu. Sözleri o kadar ötelere ulaştı ki şimdi sadece Pakistan'da okula gidemeyen kız çocuklarının değil, tüm dünyada 61 milyonun üzerinde okula gidemeyen kız çocuklarının küresel sembolü haline geldi. Şuana kadar birçok ödül aldı ve bugüne kadar Nobel Barış Ödülü'e aday olarak gösterilen en genç isim olma ünvanını koruyor.

Birleşmiş Milletler'de “Teröristler benim ideallerimi değiştireceklerini, isteklerimden vazgeçeceğimi zannettiler, ama benim hayatımda şunun dışında hiçbir şey değişmedi: Zayıflık, korku ve umutsuzluk öldü. Kuvvet, güç ve cesaret doğdu… Ben kimseye karşı değilim, ne de Taliban ya da bir başka terörist gruptan intikam almak üzere konuşmak için buradayım. Ben buraya her çocuğun eğitim hakkını savunmak ve bu konuda konuşmak için geldim. Ben Taliban’ın oğulları ve kızları için de eğitim istiyorum, tüm teröristlerin ve ekstremistlerin çocukları için de.”  şeklinde seslenen Malala'nın "The Daily Show with John Stewart"a konuk olduğu programda politik satiristin hayranlıktan dilinin tutulduğu konuşmasına da bu videodan tanıklık edebilirsiniz.



Malala ve daha birçokları bu dünyada gerçeklikleri daha iyi anlayabilmemiz için kendi hayatlarını tehlikeye atıyorlar. Hayatı, sadece ev ve iş sahibi olmaktan, televizyon ve futbolla beyinleri uyuşturmaktan çok daha fazlası yapan bu kahramanlara büyük bir teşekkür borçluyuz.

Malala'nın hikayesini kendi ağzından dinlemek istiyorsanız, yapmanız gereken tek şey en yakın kitapçıya gitmek ve "Ben Malala" yı bulmak. 

Herkese keyifli okumalar diliyorum.



11 Eylül 2014 Perşembe

Huylu Huyundan Vazgeçer...


Zamanın birinde, huysuz bir adam yaşarmış. Bir gün bu huysuz adam, herkesin gelip geçtiği bir yol üzerine dikenli çalılar dikmiş. Yoldan geçenler hep isyan edermiş. "Bunları buradan sök at" deseler de nafile, adam bu sözlerin hiçbirine kulak asmazmış. Zamanla bu dikenli çalılar öyle büyümüş, öyle büyümüş ki insanlar perişan oldukları için o yolu kullanmak istemez hale gelmişler. Böyle olunca, insanlar durumu valiye arz etmişler. Vali de bu huysuz adamı yanına çağırtmış ve derhal o dikenleri yoldan sökmesini emretmiş. 

Huysuz adam da validen böyle bir ikaz alınca sökerim demiş ama heyhat! Bugün yarın derken bakmışlar ki ne söken var ne sökmeye teşebbüs eden! İnsanlar yine gelmiş ve valiye şikayetlerini yenilemişler. Vali sinirlenmiş ve huysuz adamı tekrar huzuruna çağırtmış; "Verdiği sözde durmayan adam, hemen emrimi uygula" diye ağır bir ikazda bulunmuş. Çalıları diken bu huysuz adam da içinden "Nasılsa önümde hayli gün var, günün birinde sökerim" diye geçirmiş.

Vali köpürüyor, bir yandan da çabuk olması için onu uyarmaya devam ediyormuş ama nafile... Zaman geçtikçe dikenler daha çok kök salıyor, daha çok kuvvetleniyor, büyüyormuş...

Mevlana Hazretleri, kötü huyun insanın nefsine ve çevresine nasıl bir eziyet verdiğini göstermek için anlatır bu hikayeyi Mesnevi'sinde ve şöyle devam eder: "Tıpkı bu huysuz adamın ektiği dikenler gibi kötü huy da senin tabiatında zamanla kök salıyor, büyüyor. Her defasında o dikenleri sökmek işini yarına erteliyorsun. Sen ihtiyarlanıp, kuvvetten düşerken; huyundaki o dikenler gün geçtikçe kuvvetleniyor."

"Sen de her bir kötü huyunu bir diken bil. O diken ki kaç kere senin ayaklarına battı. Kaç kere oldu seni bu kötü huyun yaraladı. Sen kendi tabiatında hastalandın ya da duygusuzluğun yüzünden bu durumdan habersizsin çünkü bu çirkin huyunun başkalarını rahatsız ettiğini bilmiyorsun. En iyisi, sen şu dikeni gül fidanı ile aşıla. Böylece sendeki dikenler gül fidanı haline gelsinler. Eğer sen de şerri gidermek istiyorsan, ateşin gönlüne hakkın rahmet suyunu dök."


Ne şahane bir teşbihle ele almış meseleyi değil mi Mevlana Hazretleri? Hikayede yer aldığı gibi, kökünden söküp atmadıkça, hem kendimize hem de başkalarına ızdırap verecek bu dikenler. Biz her ne kadar, nasılsa vaktimiz bol  bir gün o dikenleri temizleriz diye düşünsek de, o dikenler  daha sağlam köklerle, daha bir kuvvetlenerek büyüyorlar. 

Bir çığı nasıl eritiyorsa güneş, güzel huy da öyle eritir hataları. Ve sirke nasıl bozarsa bir balı, kötü huy da öyle bozar güzel amelleri. Haset, kin, hırs, riya ve dahası... Bunları söküp atmadıkça, kamil müslüman olmak ne zordur bir insan için...

Yine de yeis yakışmaz bir müslümana. İşte, Tin Suresi 4. Ayet-i Kerime'de şöyle buyuruluyor: 

“Muhakkak biz insanı ahsen-i takvîmde yarattık.”

Hem bedenen hem de ruhen, ihtiyacı olan her türlü donanımla yaratılmış olan insanoğlu, yaratılanların en üstünü olmaya da adaydır. Kalbe bahşedilen latifeler ve hisler, insan tarafından nasıl kullanılırsa öyle hizmet eder. Örneğin, Allah kullarına sevmek hissi bahşetmiştir. İnsan bu his ile Rabbini ve Resulünü de sevebilir, kendi nefsini ve menfaatini de. Ya da hırs. İnsan, ebedi yurdu olan ahireti için de hırslanabilir, fani dünya için de. İlki insanı "Alâ-yı illiyyîn" makamına çıkartırken, diğeri"Esfel-i Safilîn" e düşürebilir. 

İşte bu iki mertebe arasındaki denge iman ve iradedir zannımca. Hani, "Huylu huyundan vazgeçmez" şeklindeki atasözümü  var ya, inanın laf-ü güzaf... Varsa iman, varsa irade mecburuz kötü dikenleri temizlemeye... Yoksa da... Allah-u Alem!

9 Eylül 2014 Salı

Faranjitim ve Ben


Faranjiti olanın halinden faranjiti olan anlar.  Hele de benim gibi kronikleşmiş bir faranjitiniz varsa, faranjiti beklemenin ne demek olduğunu daha iyi anlarsınız. Sonbahardan başlayarak ilkbahara kadar gardınızı alır beklersiniz faranjitin kapınızı çalmasını. O her an pusudadır, bazen içtiğiniz içeceğin sıcaklığını, bazen yediğiniz yemeğin baharatını, bazen de çalıştığınız ortamı bahane ederek bir yolunu bulur ve kapınızı çalar.
 
Allah beterinden korusun ama bu faranjit gerçekten illallah dedirtiyor insana. Gelir ve hemen işe koyulur; önce boğazınızı alev alev yakar, burnunuzu bir güzel tıkar, sonra da sesinizi tanınmaz bir hale çevirir, yediğiniz içtiğiniz ne varsa tadını değiştirir ve bolca öksürük ve hapşırık hediye eder. Öyle de arsızdır, kovsanız gitmez günlerce.

Yılın ilk faranjit deneyimi benim için çok önemlidir. Şayet olur da kendisine yenik düşersem, toparlanmam haftalar alır ve bütün kışı mütemadiyen faranjitle hemhal olarak geçiririm. Allah izin verir de kısa sürede üstesinden gelebilmişsem, kış boyunca daha kısa sürede misafir ederim kendisini. O yüzden ilk faranjitime karşı savaş ilan eder, kendimce bazı karışımlar hazırlar ve hastalık süresince bunu tüketirim.

Şimdi içinizden soruyorsunuzdur, "Ee madem bu kadar kötü oluyorsun, neden doktora gitmiyorsun?" diye. İşte tam da şuanda dönün ve yazının ilk cümlesini okuyun lütfen. Faranjiti olanın halinden faranjiti olan anlar.  Faranjiti olan biri gayet iyi bilir ki doktorun size yapabileceği pek de birşey yoktur aslında. Çok sıcak çok soğuk içecek tüketme, acılı baharatlı yeme vs vs bir sürü tavsiyede bulunur, size ya gargara ya da antibiyotik verir ve yollar. İşte hepsi bu!

Ben hastahane ortamlarını çok sevmem. Ciddiyet arz eden bir hadise değilse (tabii ciddiyetine yine kendim karar veriyorum ne hikmetse) doktora gitmeyi pek de tercih etmem. Sadece hastahane ortamlarını sevmediğim için değil, ilaç tüketimine karşı önyargılı olduğum için de biraz mesafeliyim aslında. Öyle her başım, karnım ağrıdığında eli ağrı kesiciye giden biri değilim. Çok çok perişan vaziyette değilsem hele, antibiyotiğe elimi bile sürmem. Onun yerine kendimi otlara veririm; katar, karıştırır, kaynatır içerim. O işe yaramazsa başka bir karışım, o da işe yaramazsa başka... Böyle deneme usulü ile bir sürü bitkisel çay yapmayı öğrendim. Hangi durumlarda hangi bitkiler tüketilirse işe yarıyor bir nebze olsun anlıyorum artık. 

 Belki hala bu illet hastalığa karşı neler yapabileceğini arayan arkadaşlar varsa, internet ortamında araştırırken yazıma denk gelirler de bir nebze de olsa katkım olur diyerek tarif vereyim istiyorum. İşte benim faranjit serüvenimde sıkça tükettiğim bitki çayım:


Malzemelerimiz:

Bal
Adaçayı
Zencefil, Zerdeçal
Limon
Elma 
Portakal

İşe ilk önce en yakın aktardan adaçayı, zencefil ve zerdeçal almakla başlıyoruz. Güvenilir bir aktardan, henüz son kullanma tarihi geçmemiş olmasına özellikle dikkat ediyoruz. Aktardan çıkarken de etrafınıza şöyle bir bakıp, en gözünüze kestirdiğiniz bir marketin manav reyonundan bolca limon ve yeşil elma alıyoruz. Bir de bulabiliyorsak şayet, birkaç adet portakal :)

Çayı demleyeceğimiz demliğe içeceğimiz bardak ölçüsündeki suyu koyup ocağın altını açıyoruz. Suyu kaynamaya bırakıp elmalarımızı, limonlarımızı ve portakallarımızı elimize alıyoruz. Limon, elma ve portakalların kabuklarını ( birer limonun, elmanın ve portakalın kabuklarının yarısını) bir güzel soyduktan sonra ısınmakta olan suyumuzun içine atıyoruz. Su kaynamaya yaklaşınca da yarım limonun suyunu ekliyoruz.  Su kaynadıktan sonra demliği ocaktan alıp bir bardağa boşaltıyoruz. İçine bir çay kaşığı zencefil, yarım çay kaşığı zerdeçal ve bir tatlı kaşığı bal (mümkünse hakiki süzme bal) katarak karıştırıyoruz. En son olarak da bir tatlı kaşığı adaçayımızı ekleyerek ağzı kapalı bir şekilde 8-10 dk demlemeye bırakıyoruz. Sonra da afiyetle içiyoruz. İşte bu kadarcık :)

Bu çay faranjite karşı en etkili ilacım benim. Örnek vermem gerekirse, geçen perşembe akşam üstü bana hoşgeldine gelen faranjitimi bugün ya da en geç yarın uğurluyor olacağım Allahın izniyle. Bu çayı genellikle evde olduğum vakitlerde birkaç saat aralıkla hazırlayıp içmeye çalışıyorum çünkü tükettikten sonra vücudum muhteşem bir şekilde ter atıyor. Yalnız, terledikten sonra muhakkak duş almak gerekiyor. Özellikle son iki gecedir, uyumadan 10-15 dk önce bir adet Theraflu içip üzerine de bu çayı içip yatıyorum. Dünden beri -af dileyerek söylüyorum- üst solunum yolumdaki enfeksiyonun balgam şeklinde öksürükle temizlendiğini görüyorum. Boğazımdaki yanma hissi ve burnumdaki hapşırığın ve tıkanıklığın gitmiş olması da cabası. Elhamdülilllah!

Allahu Teala ölümden başka her derdin dermanını da yaratmıştır. Faranjit muhakkak hayati tehlike arz edecek kadar büyük bir rahatsızlık değil ancak insanın hayat kalitesini gerçekten çok ama çok olumsuz etkiliyor. Ne yediğinizden, ne içtiğinizden tat alabiliyorsunuz, sesiniz kendinize yabancı gelecek şekilde kötü çıkıyor, hapsırmaların ardı arkası kesilmiyor, boğazınıza biri kanca atmış gibi sızım sızım sızlıyor... Yani cidden "Boğazımı kökten söküp çıkartsam ne güzel olurdu" dedirtiyor bazen insana. 

Umarım bu karışım benim gibi faranjiti olan arkadaşlarıma bir şekilde ulaşır ve denenir. Ve umarım Rabbim bu karışımı onlar için de bir şifa vesilesi kılar...

Madem konu limonlar, çaylar oldu öyleyse posta yakışır bir şarkıyla veda edelim öyle değil mi?

   


Allah rahmetiyle muamele etsin Barış Abimize.

Selametle kalın.

7 Eylül 2014 Pazar

Kitap Kokusu - Senden Önce Ben



Son zamanlarda bitirdiğim kitapların postunu hazırlayayım diyordum nicedir. Bulabildiğim yarım saatlik fırsatı değerlendirerek, ülkemizde uzun süre best seller olarak raflardaki yerini korumuş bir Jojo Moyes kitabından bahsetmek istiyorum.


Duyanlarınız yahut eline alıp inceleyenleriniz oldu mu bilmiyorum ama kitabın gerek arka kapağında gerekse ilk sayfalarında ünlü isimlerin yorumlarına yer verilerek kitabın ne denli muhteşem ne denli dramatik bir kitap olduğundan dem vurulmuş. Bunları okuyunca insan haliyle yüreğe dokunan güzel bir hikaye ve yaratıcı bir kurgu beklentisine giriyor.

Peki öyle mi? Kesinlikle değil, tam bir hayal kırıklığı.

Ben özetle şu kadar söyleyeyim: Hayatımın en zor, en ağlak döneminde okumuş olmama rağmen bir gram göz yaşı dökmedim. Hadi göz yaşını geçiyorum, hiç de öyle "vayy bee" dedirten, yüreğime dokunan bir kitap değildi. Aksine, daha en başlardan itibaren sonunu kolayca tahmin edebiliyordum. Buna rağmen, çevirideki akıcılık ve olayların merak uyandıran örgüsü sayesinde kitabı sıkılmadan kolayca birkaç gün içinde bitirebildim.



Kitabın konusuna kısaca değinmek gerekirse;

Zengin ve gösterişli bir hayatı olan Will hayatının en güzel yıllarını adrenalin dolu sporlarla uğraşarak geçirirken, hayat ona hiç de ummadığı bir başka yol çizer. Bir motosiklet kazasından sonra felçli kalan Will için hayat yeterince çekilmez olmaya başlamıştır. Hayatının geri kalanını tekerlekli bir sandalyeye mahkum olarak geçirecek zorunda kalmak Will'i yeterince aksi ve çekilmez bir adam haline getirmiştir.

Öte yandan Lou, maddi zorluklar çeken ailesine destek olmak için çalışmak zorunda olan sade ve kendi halinde bir kızdır. Çalıştığı kafenin kapatılmasının ardından yeniden iş arayışına giren Lou, gördüğü hasta bakıcılık ilanına başvurur.

Will ve Lou'nun hikayeleri de burada kesişir... 

Kitabın bana kazandırdığı tek şey, Allah-u Teala'nın verdiği nimetlerin farkındalığını tekrar tekrar yaşamak ve bolca şükretmek. Her ne kadar bir kurgu da olsa okuduklarım, zaman zaman Will'in yerine kendimi koyarak, ben olsam ne yapardım diye kendime sık sık sordum. Gerçekten ağır bir imtihan. Böyle bir imtihanla hayatına devam eden tüm insanların Yüce Rabbim yar ve yardımcısı olsun, dünyada yoksun olduklarından kat be kat fazlasıyla ahirette mükafatlandırılsınlar inşallah... 

İkinci olarak da, bu tür felçli hastalara karşı edindiğimiz tutum ve davranışlarımızı değerlendirdim kendimce. Bir insanın, hayatının geri kalanını bir başkasına bağımlı olarak yaşamak zorunda kalması yeterince acı vericiyken, biz insanların bakışları, sözleri ve davranışları onların içinde bulunduğu durumu kolaylaştırıyor mu yoksa daha da zorlaştırıyor mu?

Kitapla ilgili düşüncelerim şimdilik bu kadar. Eğer yeterince boş vaktiniz varsa okuyabilirsiniz ancak övüldüğü kadar ahım şahım bir kitap olmadığının tekrar altını çizmek isterim.

Herkese mutlu pazarlar diliyorum.

BLOG DESIGN-Değmesin Yağlı Boya