2 Ağustos 2013 Cuma

The Shawshank Redemption - Esaretin Bedeli

Merhaba sevgili arkadaşlar,

Daha önceki yazılarımdan birinde sıkı film takipçilerinin iyi bildiği IMDb sitesinin dünya çapında yapılan oylamalarla belirlenen “En İyi 250 Film” listesinden ve Hollywood’a dair film izlenimler paylaşacağımdan bahsetmiştim.

İşte bu listenin en başında yer alan, 1.000.000 fazla kişinin oylamasıyla 9.3 lik puanla listede 1.ciliği hak eden bir filmden bahsetmek istiyorum bu yazımda.


Öyle bir film hayal edin ki 35 milyon dolarlık bir bütçeyle çekilip 1994 yılında “The Shawshank Redemption” adıyla gösterime giriyor.  Büyük beklentilerle gösterime giren bu film gişede sadece 18 milyon dolarlık hasılat yaparak bütçesini bile karşılayamıyor ve aralarında “En İyi Film” adaylığı da olmak üzere 7 farklı dalda gösterildiği oscar adaylığına rağmen hiçbir ödül alamadan Oscar Ödülleri Töreninden eli boş dönüyor. Buna rağmen seyircilerinden en büyük ödülü alarak oylamayla yıllardır birinciliğini koruyor.





İşte bu film, Frank Darabont’un yönettiği, başrollerini Morgan Freeman ve Tim Robins ‘in paylaştığı; izleyicilerini baştan sona çarpıcı bir hikayeyle baş başa bırakan, görsel ve işitsel anlamda adeta bir şölen sunan ve oyunculuğuyla her karesini unutulmaz kılan, “The Shawshank Redemption” yani bizdeki bilinen ismiyle “Esaretin Bedeli” dir.


Bu film aslında Stephen King’in pek de alışık olmadığımız türde bir kitabından uyarlanarak sinema tarihine kazandırıldı. Bildiğiniz üzere, eserleri sinemaya uyarlanan yazarların başında gelen Stephen King’in 1982  yılında yazdığı ve korku temasından tamamen uzak üç öyküden oluşan “Different Seasons – Kuşku Mevsimi” kitabındaki hikayelerden biri olan Rita Hayworth And Shawshank Redemption” , yönetmen Frank Darabont tarafından sinemaya uyarlanırken bazı değişikliklere tabii tutuldu. Örneğin, Stephen King’in kitabında Redd İrlandalı bir beyaz iken, filmde bu rolü üstlenmesi için siyahi aktör Morgan Freeman’i öneren ve böylelikle karakteri siyahi bir suçlu haline getiren kendisidir. Ayrıca, kitapta kısaca değinilen bir karakter olan yaşlı kütüphaneci Brooks ise filmde hafızalara kazınan sahnelerin sahibi olmuştur. Yönetmen Frank Darabont’un bu filmle birlikte Stephen King ile birlikte yakaladığı uyum ve işbirliğini de yine bir cezaevinde geçen suç ve dram türü olan “Yeşil Yol” filmi ile sürdürmüştür.

Filmin konusuna gelirsek,

Andy Dufresne (Tim Robbins) genç ve başarılı bir bankacıdır. Karısını ve karısının sevgilisini şaibeli bir şekilde öldürmek suçundan yargılanır ve iki kez müebbet hapis cezası alarak Shawshank Hapishane’sine gönderilir. Andy Dufresne hiç işlemediği bir suçtan ötürü cezaya çarptırılmıştır ve hapishanede hiç de alışık olmadığı bir hayat onu beklemektedir. Amerika’daki en büyük suçların cezalandırıldığı ve suçluların neredeyse ömür boyu hapishanede kalmalarıyla meşhur Shawshank’te dayak, işkence, tecavüz ve aklınıza gelecek her türlü durum mevcuttur.





Filmin başında Red’in ağzından Andy’nin ilk gece neler hissettiğini dinliyoruz:

“İlk gece en zor olanıdır, buna hiç şüphe yok. Anadan doğma yürütürler. Üzerine attıkları iğrenç tozdan cildin yanar ve yarı kör halde hücrene girersin. Parmaklıklar kapandığında da, artık bunun bir gerçek olduğunu anlarsın. Eski hayatın göz açıp kapayıncaya kadar geçmişte kalmıştır. Düşünebileceğin kadar zamandan başka bir şeyin kalmaz. Birçok taz balık, ilk gece delirme noktasına gelir. Bazıları sabaha kadar ağlar, bu her zaman olur. Sorulan soru, ilk kimin olacağıdır. Bunun üzerine bahse girmek en iyisidir sanırım. Ben paramı Andy Dufresne’e yatırmıştım. Ama ilk gece Andy Dufresne bana iki paket sigaraya mal olmuştu. Tek ses çıkarmadı.”


Andy Shawshank Hapishanesi’ndeki zor koşullara bile ortama uyum sağlayarak çevresindekileri bu zor şartlar altında, parmaklıklar arkasında bile özgürce bir yaşamın varlığına ve insanca yaşanabileceğine inandırır.


Hiçbir menfaat gözetmeksizin mahkum arkadaşlarına sadece birer bira ısmarlamak adına kendini riske atan, kurtuluşun İncil’in içinde olduğunu iddia eden hapishane müdürü Norton’a bunu ispatlayan bir mahkumdur Andy. Hapishanedeki mahkumların boş zamanlarında kitap okuyabilecekleri bir kütüphane için gereken fonu Eyalet Senatosu’na tam 6 yıl boyunca mektup yazarak isteyen ve bu azminin karşılığında başarılı olan; gardiyanlardan dayak yemeyi ve hücre hapsini göze alarak tüm hapishane sakinlerine opera dinlettiren bir mahkumdur Andy.




İşte o ses tüm Shawshank’ da yankılanırken Red şöyle diyordu:
“O gün iki İtalyan bayanın ne söyledikleri hakkında bir fikrim yoktu. Gerçek şu ki, bilmekte istemiyordum. Bazı şeyler söylenmeden güzeldir. Çok güzel bir şey hakkında olduğunu düşünmeyi seviyordum. Kelimelerle ifade edilmeyen ve bu yüzden kalbinizi acıtan. O sesler kimsenin rüyasında bile cesaret edemeyeceği kadar yükseklere ve uzaklara gidiyordu. Sanki güzel bir kuşun sıkıcı kafeslerimize kanat çırpması gibi ve o duvarları eritmesi gibi. Özet olarak, Shawshank’daki her adam kendini özgür hissetmişti. hapishanede yaptığı güzellikler anlatılacak…



Elis Boy Redding yani filmde bilinen ismiyle Red’i canlandıran Morgan Freeman, filmde İrlandalı bir mahkumu oynamaktadır. Bana kalırsa bu film bugün bir milyon kişi tarafından oylanıp, ismi bilinen sinema portallarında gelmiş geçmiş en iyi film olarak telafuz ediliyorsa bunun başlı başına kahramanı Morgan Freeman’dır. Stephen King’in usta kaleminin, hikayeye hayat veren yönetmen Frank Darabont’un yaratıcılığının dışında Morgan Freeman’ın varlığı filme hayat vermiştir. Varlığı içimizi ısıtır film boyunca.


Red’in filmdeki anlatıcılığın kusursuzluğu, izleyiciye geçirmeyi başardığı sayısız duygu ve çoğu zaman sadece bir kelime ile anlattıkları ve bunun da ötesinde usta oyunculuğuyla göz dolduruyor. Filmi izledikten sonra düşününce, “Red için Morgan Freeman’dan daha iyisi olamazdı” diyorsunuz… Morgan Freeman’in filmin tamamına her gülüşü benden bir oskar, her mimiği de altın küre alır…

Film ilerledikçe Andy Dufrense’nin çaresizliği ve yıllar geçtikçe hapishane hayatını benimseyen tavırları sayesinde izleyiciler olarak bizler de artık Shawshank’in birer sakini halini alırız ancak unuttuğumuz bir şey vardır. Aslında filmde Andy Dufresne’nin dostu Red’e söylediği ve onun hiçbir zaman unutmadığı bir şey vardır:
"Andy Dufresne: İçimizde kimsenin ulaşamayacağı ve dokunamayacağı şeyler vardır.O sadece senindir.
 Red: Neden bahsediyorsun?
Andy Dufresne: Umuttan..."



Film, tutsak olmanın ve özgür olmanın; yok olmanın ve birey olmanın ayrımının mükemmel şekilde anlatıldığı diyaloglar açısından altı kırmızı kalemle çizilesi kitap cümleleri gibi… Film aynı zamanda izlediğim filmler arasında en tutarlı ve anlamlı psikolojik çıkarımlara sahip olanlardan biri bana göre. Shawshank’deki birçok mahkumların kişilikleri ve birbirleriyle ilişkileri tutarlı bir şekilde anlatılmaya çalışılmış. Filmin en sonunda Baş Gardiyan’ın tutuklanırken bir çocuk gibi ağlamış olması, Müdür Norton’un intihar etmesi… Andy’nin karısının ölümü için kendini suçlaması… Red’in yaşlı kütüphaneci Brooks’a bakarak kendisini de onun gibi o duvarlarla özdeşleştiren kişiliği… Brooks gibi kurumsallaşmış olduğunu  hissetmesi…

Andy en yakın dostu Red ile bu konuyu konuşurken şöyle söylüyordu:
“Karım sürekli beni tanımanın zor olduğunu söylerdi. Kapalı bir kitap gibisin derdi. Hep şikayet ederdi. Çok güzeldi. Tanrım, onu gerçekten sevmiştim. Ama nasıl göstereceğimi bilmiyordum. Onu öldürdüm, tetiği ben çekmedim. Onu uzaklaştırdım ve karım benim yüzümden öldü, davranışım yüzünden.”

Brooks’a söz gelmişken. Bu sevimli, yaşlı ihtiyarı filmde ilk gördüğümüz andan itibaren çok severiz. Brooks 50 yılını hapishanede geçiren, Red’in tabiriyle kurumsallaşmış bir mahkumdur. Brooks hayatının yarısından fazlasını geçirdiği Shawshank’den şartlı tahliye ile ayrılacağını öğrendiği an büyük bir kaygı yaşıyor. İçeride geçen bir ömürden sonra dışarıya bırakılan insanların aslında özgür olamadıklarını anlatan Brooks’un yürekler burkan o mektubundaki o satırlar:




“Dışarda her şeyin ne kadar hızlı olduğunu anlatmam mümkün değil millet. Küçükken bir otomobil görmüştüm ama onlar artık her yerdeler. Dünya gerçekten çok aceleyle hareket ediyor. Şartlı tahliye memurları beni bu eve soktu, bi de markette iş verdiler. Zor bi iş değil ama çoğu zaman ellerim acıyor. Mağaza müdürünün benden hoşlandığını sanmıyorum. İşten sonra bazen parka gidip kuşlara yem veriyorum. Belki Jack gelip beni bulabilir diye düşünüyorum ama gelmiyor. Nerde olursa olsun umarım iyidir ve yeni arkadaşlar ediniyordur. 



Geceleri uyumakta güçlük çekiyorum sanki düşüyormuşum gibi kötü rüyalar görüyorum korkuyla uyanıyorum. Bazen nerede olduğumu hatırlamam bi süre alıyor. Belkide bir silah alıp birini vurmalıyım o zaman beni eve gönderebilirler. Müdürü vurabilirim, bir tür kazanç olur. Sanırım bu saçmalıklar için biraz fazla yaşlıyım, burayı sevmiyorum. Sürekli korkmaktan yoruldum. Kalmamaya karar verdim. Sanırım benim gibi yaşlı bir hırsız için çok üzülmezler.”









Andy Dufresne, insanın her değişen koşula ve ortama zamanla uyum sağlamasını açıklayan bu kurumsallaşma fikrine karşı çıkar ve umudun kötü bir şey olmadığını aksine, hayatta tutan tek şey olduğunu şu sözleriyle dile getirir:
Andy: Müziğin güzelliği budur işte, kimse onu sizden alamaz (kalbini ve kalbini göstererek) Daha önce hiç müzik için böyle hissetmediniz mi?

Red: Ben gençken mızıka çalardım. Zamanla ilgimi kaybettim. Burada çok anlamlı gelmedi.

Andy: Bana en çok burada anlamlı geldi. Bir tane alsan unutmazsın

Red: Neyi unutmam ?

Andy: Bakın arkadaşlar dünyada taştan olmayan ve kimsenin senden alamayacağı bazı şeyler vardır. İçinden alamayacakları ve dokunamayacakları bazı şeyler. Asla dokunamazlar.

Red: Ne hakkında ?

Andy: Umut

Red: Umut… Sana bir şey söyleyim, umut tehlikelidir ! Umut bir insanı deli edebilir. İçerde iyi değildir. Bu fikre alışsan iyi olur.

Andy: Brooks gibi mi?

Red tam da burada susmuştur, hatasını fark etmiştir. İnsanı canlı tutan şeyin aslında umut olduğunun farkına varmıştır. Kendisi her 10 yılda komite karşısına çıkarak, toplum için zararsız olduğunu kanıtlamak için çaba göstermektedir ama hapishanedeki 40. Yılında bir kez daha komite karşısına çıktığında şöyle konuşur:


-       Düzeldiğine inanıyor musun?

-       Düzelmek mi? Bir düşüneyim, bunun ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yok artık. Ben bunun ne olduğunu biliyorum evlat. Benim için uydurulmuş politik bir kelime. Sizin gibi iş sahibi, takım elbiseli, kravatlı gençlerin bilmek istediği ne? Ne yapmamı istiyorsunuz? Yaptığım için pişman olma mı? Pişman olmadığım bir gün bile yok ki. Burada olmam ya da olmamam gerektiğini düşündüğümüz için değil, o zamanları hatırlıyorum da küçük aptal bir çocuğun işlediği korkunç bir suç. Şimdi onunla konuşmak istiyorum. Onunla konuşmak istiyorum. Ama bunu yapamıyorum, o çocuk geçmişte çok eskilerde kaldı. Bu yaşlı adam onun artığı işte, bununla yaşamak zorundayım. Düzelmek mi? Bu çok saçma bir söz. Gidip formlarınızı damgalayın evlat ve boş verin gitsin, vaktimi harcamayın. Çünkü doğruyu söylemek gerekirse artık umrumda değil.




Bu sahnelerden sonra hafızanıza iki şey kazınır. Birincisi Brooks’un özgür dünyaya dayanamayıp intihar ettiği hotel odasındaki duvara “Brooks was here” yazması ve Red’in kendi tahliyesinden sonra Brooks’un kaldığı otele giderek yazının yanına “ So was Red” eklemesi… Her iki sahne de yürekleri burkar…




Shawshank’de bir sinema filmi adına ne olması gerekiyorsa fazlasıyla vardır aslında. Ama içlerinde en önemlisi “Umut” barındırmasıdır. “Korktukça tutsak, umut ettikçe özgürsünüz” diye haykıran filmin diğer hapishane temalı filmlerden ayrıldığı en büyük özelliği de belki de budur. Filmi izledikten sonra içimizi kaplayan sevinç ve umut duygusu o kadar yoğundur ki bir an için ne filmin başını ne de sonunu hatırlarız. Bu kadar süprizlerle dolu bir filmin, üst üste defalarca izlenmesinin sebebi de bilinçaltına işlenen o duyguyu tekrar tekrar yaşama isteği olsa gerek…

Son olarak, Yönetmen Frank Darabont’un biz izleyicilerden bazı istekleri varmış. Belki defalarca seyrettiğimiz ama dikkat etmediğimiz üç sahneyi tekrar seyretmemizi istiyor. Birincisi filmin başında hapishanenin helikopter ile çekimi, ikincisi Andy araba ile giderken kameranın arabadan yana doğru kayarak sonsuz Pasifik Okyanusu’nu göstermesi ve sonuncu olarak finalde buluşma sahnesi.

İşte film hakkında bilinmeyenlerden benim derlediklerim:
-       Andy Dufresne rolü için yapımcılar Tom Hanks’i istemişler ancak Tom Hanks “Forrest Gump” filminin çekimlerinde çok yoğun çalıştığu için rol teklifi Tim Robbins’e yapılmış.

-       Film 7 dalda aday gösterilmiş olmasına rağmen hiçbirini kazanamamıştır. Ödülleri o yıl Oscar’a çıkan “Forrest Gump” toplamıştır.

-       Andy’nin mahkumlara dinlettiği şarkı aslında 1968 kaydıdr. Operayı yöneten Karl Böhm’dir. Orkestra ve koro “Deutsche Oper Berlin”dir.

-       Filme sonlara doğru dahil olan Tommy Williams adlı karakter için asında ilk Brad Pitt düşünülmüş.

-       Filmde cezaevinde bağıranlar yetmediği için gardiyanlar da bağırıyormuş,

-       Filmin en başında Andy’nin silaha kurşun doldurma sahnesinde o eller aslında yönetmen Frank Darabont’a aitmiş ve o sahne de sonradan eklenmiş.

-       Tim Robbins’in filmde hapishaneden kaçış sahnesinde emeklediği foseptik çukuru aslında çikolata şurubu ile doluymuş.

-       Andy’nin kendi hücre duvarında asılı duran posterlerde yer alan aktiristler; Rita Hayworth, Marilyn Monroe ve Raquel Welch’dir.

Film hakkında daha yazacak çok şey var aslında ama şimdilik bu kadarı yeterli. Yeterince uzun oldu inşallah sonuna kadar okuma cesareti gösteren arkadaşlarım keyif almışlardır :)

Filmdeki şu üç güzel replikle yazıma son vermek istiyorum:

- "Sana nereye gideceğimi söyleyeyim: Zihuatanejo."
- "Ne dedin?"
- Zihuatanejo. Meksika'da, Pasifik Okyanusu'nda bir yer. Meksikalılar Psaifik hakkında ne derler biliyor musun? Hiç hafızası olmadığını söylerler. İşte hayatımın geri kalanını burada yaşamak istiyorum. Hiç hafızası olmayan sıcak bir yer. 
“Unutma Red, umut iyi bir şeydir, belki de en iyisi. Ve iyi şeyler asla ölmez.”
"Korku seni tutsak eder, umut ise özgür bırakır."

9 yorum:

  1. Harika bir film unutulmaz filmlerden bir tanesi benim icin

    YanıtlaSil
  2. Yıllar önce annem babama sürekli bu filmi kiralamasını söyleyip duruyordu orda duymuştum ilk, ortaokulda falandım heralde, sonra izledim ve gerçekten annemin tutturacağı kadar iyi bir film :) bayılıyorum bir bu filme bir de kardeş gibiydiler filmine..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet cidden ısrar edilecek kadar güzel bir film :)
      Sleepers'ı duydum ama izlemek hala nasip olmadı :) Yakın bir zamanda izlenecek listeme aldım canım çok sağolasın

      Sil
  3. En sevdiğim şey en en eski yazıları hortlatmaktır :) Ve bu filme yapılan bu tanıtım yazısı gerçekten de google amcanın gözüne soka soka ''Bak arkadaş burada çok kıymetli bir yazı var sen bunu yeniden bir gözden geçir indexle vs. yap bişiiler aramalarda ön plana çıkar ki hala ülkemizde bu filmi izlemeyen bir insan evladı kaldıysa kesinlikle izlemesi için bir sebep olsun.'' dedirtecek kadar kıymetli. Öncelikle sabrına daha sonra da kalemine sağlık ;) Filmin güzelliği kadar müzikleri de bir başka güzel. Hala bazen gittiğimiz yerlerde bir hatıra bir iz bırakmak adına ya da gülüp, eğlenmek adına belki de sadece Brooks'u anmak adına ''BROOKS WAS HERE'' yazabiliyorsak başka söze ne hacet ;)
    Teşekkürler paylaşım için.

    YanıtlaSil
  4. @ Alper Sağlam,

    Alper hoşgeldin bloğuma tekrar, değerli yorumun için de ayrıca teşekkürler :) Eski yazılara yorum gelince daha bir mutlu oluyorum nedense, aylar önce yazdığım yazıyı baştan sona tekrar okuyorum... Shawshank Redemption gerçekten yapımcılık ve oyunculuk yönünden harikulade bir film.. Zamanında hakettiği değer verilemese de şuan birçok sinemaseverin unutulmaz filmler listesinde. Bu arada, ben de tam bir soundtrack tutkunuyum ama nedense bu filmin soundtracklerini özellikle indirip dinlemedim... Film o kadar etkisi altına almış ki beni herşeyiyle bir bütün olarak kalmış hafızamda :) Ben bu filmi bugün birkez daha izlerim arkadaş! Asıl ben teşekkür ederim :)

    YanıtlaSil
  5. Muhteşem bir derleme yapmışsınız. Keşke daha çok replik olsaydı.
    Gene de teşekkürler.

    YanıtlaSil

Can-u gönülden yapılan birkaç satır kelamdır bu blog sahibesini sevindiren :)

BLOG DESIGN-Değmesin Yağlı Boya